Vefa

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin hayatını öğrenirken göreceğiz ki; Molla Resulün “Üstadım bizde Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor” hitabına mazhar olacak kadar Allah’tan korkuyor ve bu Allah korkusunun Allah’a olan vefasından ileri geldiğini bizlere gösteriyordu.

Zira Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati yaşayarak göstermekte ve “İlmin başı Allah korkusudur” sırrını vefa ile bütünleştiren bir dava adamı olarak, Allah’a, Resul’üne, Ehli Beytine,  davaya ve talebelerine olan vefasını bizlere ders vermektedir.

Evet, Vefa;  Allah’a verilen söze bağlı kalma, insanlara verilen ahde riayet etme, dostluğun hakkını verme, Haktan halka kadar iyilik gördüğü herkese samimiyet ve sadakat içinde bulunmadır. Vefa, ölçüsü tam bilinemeyen izafi bir tabirdir. Vefa yapılan iyiliğe, verilen ilme kadirşinaslıkla karşılık vermektir. Vefa, bir Müslüman’da bulunması gereken en güzel ve en faziletli huylardan biridir. Çünkü ahde vefa imandandır. Sadakte Ya Resulullah.

Vefanın kısımlarından en büyüğü, insanın bezm-i âlemde Rabbine verdiği kulluk ahdinde durması ve bunun gereği olarak yaratanını tanıması, emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınması ve O’nun verdiği sayısız nimetlere şükürle mukabelesidir.

Ayeti Kerime de Cenab-ı Hakk bezm-i âlem de kendine verdiğimiz sözü tutmamız için nisyanda olan bizlere “…Allah’a verdiğiniz ahdi tutun.” diyerek hatırlatma yapmaktadır.

İnsan, ancak Cenab-ı Hakk’a ezelde verdiği sözü yerine getirmekle vefalı ve sözünde sadık olmuş olur. Bu bakımdan ahitten dönmek veya ahdi yerine getirmemek haramdır, vefasızlık ve sadakatsizliktir.

Zira ruhlar âleminde Cenab-ı Hak kullarına: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye soruyor. Ruhlardan da: “Bela, Evet sen bizim Rabbimizsin” cevabını alıyordu. İşte Rabbi Kibriya’sına verdikleri bu sözleri tutanları Cenab-ı Hakk Kuran-ı Kerim’de övmekte ve kulluğun gereğinin ahde vefa olduğunu ders vermektedir.

Âdem (a.s) yüzüne kapanan kapıları gönlünde taşıdığı sırlı vefa anahtarıyla teker teker açtı ve “Gufran” çeşmelerine ulaştı. Aynı hadisede azgınlaşan İblis ise göz göre göre gitti kendisini vefasızlık gayyasına atarak boğuldu.

Mezkûr hakikatlere göre her Mümin Cenab-ı Hakk’a verdiği ahdi ve O’nun teklif etmiş olduğu emirleri yerine getirmekle vazifelidir. İşte Üstad Hazretleri de payına düşen bu vazifeyi bihakkın yerine getirenlerdendir.

Vefa; kişinin vadine, ahdine ve yeminine sadık kalması, dostlarını unutmaması, onların dostluklarına ve iyiliklerine daha güzeliyle karşılık vermesidir. Böyle insanlara vefakâr denilir.

Her güzel ahlakta olduğu gibi, vefada da en ileri zat Hz. Peygamber’dir (s.a.v). Efendimiz, sözüne, şehadetine, ahdine, kefaletine ve sadakatine son derece vefalı idi.

Vefa örneklerinden bir kaçını şöyle zikredebiliriz; Allah Resulü (s.a.v) birine söz verdiğinde şartlar ne olursa olsun mutlaka onu yerine getirirdi. Abdullah b. Ebi’l-Hamsa (r.a) şöyle anlatıyor: Henüz Peygamberlik verilmeden önce Hz. Muhammed (s.a.v) ile bir yerde buluşmaya karar verdik, fakat ben verdiğim sözü unuttum. Aradan üç gün geçtikten sonra hatırladım ve buluşacağımız yere gittim ki, Hz. Muhammed (s.a.v) hâlâ orada bekliyor. Yanına yaklaştığımda bana şöyle dedi: “Abdullah nerede kaldın, bak bana eziyet ettin; üç gündür seni burada bekliyorum.” Hz. Peygamber (s.a.v) üç gün boyunca her gün söz verdiği saatte gelip o kişiyi beklemiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Mekke müşriklerinin zulmünden kaçarak kendisine sığınan sahabelere kucak açan Habeş kralı Necaşi’yi daima hayırla yâd etmiş, öldüğünde gıyaben cenaze namazını kılmış ve ona dua etmiştir. Daha sonra Medine’ye gelen oğluna kendi eliyle hizmet ederek vefasını ortaya koymuştur.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v) kendisine hizmet eden bir Yahudi’nin hastalandığını duyunca ziyaretine gitmiştir.

Efendimiz (s.a.v)  koyun keçi ve benzeri herhangi bir hayvan kesilse bir parçasını mutlaka Hz. Hatice validemizin kız kardeşi  Hale’ye (r.a)  gönderirdi.  Böylece Hz. Hatice’ye olan vefasını gösterirdi.

Hayatının her safhasında ümmetine şefkatini, ilgisini gösteren O Nebiye (a.s.m)   karşı bir müminin vefası ise; Onun, sünnet-i seniyyesini hayatına tatbik etmesi, O’na (s.a.v) daima salavat getirmesidir.

Bir ümmet olarak Efendimize (s.a.v)  vefayı,  Hz. Ebubekir’den örnek alabiliriz. Zira O: “Vallahi o söylüyorsa doğrudur. Ben O’nun veraların verasında haberler getirdiğine inanıyorum”  diyerek sadakat ve vefa timsali olmuştur.

Nebiler serverine Asrı Saadetten bu yana ecdadımız, sünneti seniyyeyi yaşamanın verasında vefalı davranmış, Onun ayak izinden hırkasına,  asasından hilyeyi şerifine varıncaya kadar O’ndan hatıra gelen bütün emanetleri saygıyla muhafaza etmişlerdir. Mesela şanlı tarihimizin Osmanlı sultanlarından ve aynı zamanda ismi ile anılan camiyi yaptıran Sultan Ahmet; Efendimiz ’in (s.a.v) ayağını bastığı çamur kalıbını tacına sorguç yapmayı düşünmüş; “N’ola tacım gibi başımda götürsem Kademi Pakim Ahmeda Yüzün sür payine ol pakin.”  diyerek vefa timsali olmuştur.

Hz. Üstad vefa dersini Zülcenaheyn Üstadı olan, Efendimiz’ den (s.a.v)  almış ve O’nun sünneti seniyyesinin en küçük adabına  bile  riayet  etmenin  bir  nur  bir  edep  olduğunu  ifade  etmiştir. Bugün ölümünün 51. yıl dönümü olan Üstadımız şöyle beyan ediyor.

“Evet nevi beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun manen terakkisini,  vicdanın tekamülünü,  akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden yani aşılayan şeraitlerdir. Vücut veren tekliftir, hayat veren peygamberlerin gönderilmesidir, ilham  eden  dinlerdir.  Eğer bu noktalar olmasaydı,  insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar  kemalatı  vicdaniye  ve  ahlakı  hasene  tamamen  yok  olurdu.” diyerek  Peygamberlik  müessesesinin  ışık  şemse  lüzumu  derecesinde  elzem  olduğunu beyan eder.

Üstad Hazretleri Sünnet-i Seniyye çizgisindeki kulluğuyla son Nebiye (s.a.v)  tebaiyetini  ve O’na olan vefasını  ilan  etmiştir.

Bir mümine her şeyden evvel sadakat ve vefa lazım olduğunu söyleyen Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de, talebelerine “en yakın dost, ve en fedakar ve vefakar arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civan mert kardeş olmak iktiza eder” buyurur  ve yaşayarak gösterirdi.

Zaten vefa ilmindekileri amelinde göstermek değil midir?

Bin bir rengi var vefanın

Sağlam dostluğa da vefa diyebiliriz.

On dördüncü asrın başında duran Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de; Ezana, Kuran’a, ecdat yadigârı şanlı maziye vefa ve sadakatle yönelen bir vefa imamıdır.

Talebelerine yazdığı mektuplarda hitap cümlesi olarak çok nadir istisnalar dışında her seferinde “Aziz,  Sıddık, vefakar, fedakar kardeşlerim” hitabını kullanan Üstad Bediüzzaman Hazretleri hiç şüphesiz; sıdkın, sadakatin, vefanın önemini vurgulayıp olmamız gereken noktayı bize ders veriyordu.

Üstad Hazretleri yaşadığı menzillere, oradaki kişilere karşı da vefalıydı. Madde ve menfaat sınırları içerisinde yaşayanların anlaması güç olsa da büyüklerin incelikleri ve letafetleri karşısında hayran olmamak elde değildir.

Bir zamanlar esarette iken, Kosturma’da iki ihtiyar Tatar kadını, bir küçük pencereden benim yiyeceğimi getirip, bana yardım ediyorlardı. Belki de onlar benim kurtulmama ve Risale-i Nur Külliyatını yazmama vesile oldular. Bütün Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim.”

 1948’de Üstadımıza zehir veren Afyon savcısı da Tatar olduğundan dolayı Üstadımız:  “Cehennemin azaplarını çekeceğimi bilsem, ondan hak talep etmeyeceğim. Hakkımı helâl ettim.” diyerek davasına vefasını izhar ediyordu.

Yaşadığı yerlere vefasına bir örnek olarak ise; Üstad Hazretleri şöyle buyuruyor: “Ben Barla’yı, Süleyman ve Tevfik gibi kardeşlerimi unutamıyorum. Hayalen çok vakitlerde kendimi orada tahayyül ediyordum. Ahir hayatımı da o mübarek yerde geçirmek isterdim ve bazı vakitte Senirkent’te oturmak arzu ederdim. Fakat şimdilik ihtiyar elimde değil. Isparta ve civarı benim için taşı toprağıyla mübarektir.”

 Üstad Hazretleri, ilk talebelerinin bulunduğu ve  Nurların telif merkezi olan Barla’yı 25 yıl kadar göremedi. Sonra Barla’ya döndü. Barla’daki talebelerinin mühim bir kısmı Üstad’ı karşıladılar. Üstad, sekiz senelik ikâmetgahı olan Medrese-i Nuriye’sine yaklaşırken kendini tutamadı, mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Haşmetli çınar ağacı da adeta kendisini selâmlıyordu. Üstad, o mübarek çınar ağacına sarılmış hıçkırıklarla ağlıyordu. Yanındaki talebeleri ve ahaliden kendisini yalnız bırakmalarını istedi. Sonra, Nur Dershanesi olan odasına girdi ve iki saat kadar kaldı, hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu.

Üstad Hazretleri kullandığı eşyalara da vefalıydı ve bu vefasını iktisatlı kullanmasıyla gösterirdi. Eşyalarını bir arkadaş olarak görür ve hiçbir zaman israf etmezdi. Bizler de israf etmeyelim ki lezzet alalım. Lezzet alalım ki muhabbet besleyelim. Muhabbet besleyelim ki eşyalarımıza dahi sadakatli, olabilelim. Üstadın eşyalarına karşı vefasını Abdullah Gayretlioğlu Abi şöyle anlatıyor. Bir gün Zübeyir, ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir etmem için Üstadımız göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak tutmuyordu. Kolayından gidip, on kuruşa bir çay kaşığı aldım, bunu Üstada götürdüm. Üstad bana, “Kardaşım sen bilmiyor musun? Bu kaşık benim kırk yıllık arkadaşımdır” dedi. Bu defa çaresiz tekrar dükkâna geldim. Küçük bir sac kestim kıvırdım ve kaşığı içine geçirip iyice sıkıştırdım. Sağlamlaşınca götürüp Üstada verdim. Çok memnun oldu ve bu tamirat için bana yirmi beş kuruş verdi.”

Vefa hakikati kabul ve yaşamak ile olur. Bir tebessüme bile vefalı olmak lazımdır. Bir soruya cevap verene vefa lazımdır, bir kapıyı açana da vefa lazımdır. Giydiğimiz bir kıyafete, oturduğumuz bir eve ve tebessüm eden bir dosta da vefa lazımdır.

Hakikatleri izhar noktasında gördüğü sıkıntılar ve ümidi kıracak ahvaller karşısında “garibem, bikesem, natuvanem, acizem, alilem, zelilem” demiş fakat eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştır. En ağır şartlarda risaleleri yazmış, tahsis etmiş, onları neşr etmiş, talebe yetiştirmiş, hapishaneler de geçmiş bir ömür için de bile evrad-ü ezkarını hiç aksatmamıştır. Huşu ile sabaha kadar ubudiyet yapmış, sünnete azami ittiba etmiş,  kullukta ahde vefasını göstermiştir. Asrımızda, bizlere vefa timsali olmuştur.

Müminlerin birbirlerine karşı vefa göstermelerinin en önemli şubesi, hiç şüphe yok ki; Üstadına, hocasına, hizmetine, anne ve babasına vefadır. Onlara karşı vefa  ise  itimad, itaat ve hürmet etmektir.

Hz. Ali: “Ben bana bir harf öğretenin kölesiyim, dilerse satar, dilerse azad eder, dilerse beni hizmetinde kullanır.” buyurarak vefanın derecesini bizlere göstermektedir.

Vefa, insanı a’layı illiyyine çıkarır ve Allah’a dost eder. Heyet-i içtimaiyenin maddî ve manevî yükselmesi ahitlere riayet edip yerine getirmekle mümkün olur. Hayat-ı beşeriyenin ruhu ahde vefadır. Vefasızlar dünya ve ahirette kendilerine dost bulamazlar. Vefa ömür boyu hatta öteki âlemde bile devam etmelidir.

“Kabrimize gelip bir defa Fatiha okuyanlar kıyamete kadar bizimdir, İmanlarını kurtarmadan ölmesinler, ömürleri boyunca fakirlik görmesinler.” Veya “Benimle gelen pişman olmaz, benimle gelen pişman olursa ruz-i mahşerde sırtımın yükü olsun, an şart ki bu davaya karşı sebat ve sadakatini vefasını bozmasın.” diye dua eden büyüklerimiz gibi vefanın, gerek hayatta gerek öldükten sonra müdavemet ile olduğunu biz öyle yerleştirmeliyiz ki; sırf bu âlemde değil belki öteki âlemde de gerek olursa  “Ya Rab benim yerime cennetine bu kardeşimi koyabilir misin”  diyebilmeli ve kendimizi feda edebilmeliyiz.

 Vefa odur ki, üstadından ve hocasından aldığı ilmi amelinde göstersin.

Eğer biz bir hizmet şeklinden bahsedebiliyorsak bu vefalı dostlara bağlıdır. Allah’a vefa duygusu, Efendimiz’e (s.a.v) vefa, üstadımıza vefa ve bütün onlara götüren hizmetimize vefa. Hizmete vefa müdavemet itibariyledir, ağabeylerin üstadlarına vefası gibi.

 Hizmet hadimlerinin vefa duygusu Cenab-ı Hakk’ın lütf-ü ihsanı olan hizmetin lütf-ü ihsanın mehaz ve menbaını bildikleri ölçüde gelişir ve inkitaya uğramaz. Kaderin programıyla getirildiği noktada sorumluluğunu idrak ile kemalata ulaşan vefa erlerinden Zübeyir abi ve diğerleri Üstad’a ve hizmete vefa nedir sualimize kılavuz olabilecek bir hayat sergilemişlerdir.

Vefa ve sadakat hususunda güzel örnekler veren Risale-i Nur talebelerinden biri olan Binbaşı Âsım (r.h) Eskişehir Mahkemesi sırasında sorguya çekilir. Eğer doğru söylese Üstadına zarar gelecek, söylemese 40 senelik müstakimâne hayatına aykırı olarak yanlış söylemiş olacak. Risale-i Nur’dan aldığı sıdk dersi sebebiyle, böyle bir imtihana maruz kalmaktansa “Ya Rab, canımı al!” diye dua eder ve “10 dakikada teslîm-i ruh eyler” ve -Bediüzzaman’ın tabiriyle- “İstikamet Şehidi” olurken ehli dünya onun için bir mürteci savcıya hesap verirken öldü diyecek kadar işi anlayışsızca karşılar. İşte iman ve Kur’an yolundakilerin vefası. İşte İman ve Kur’an yolundan çıkanların vefayı anlamamaları.

Bu hizmet büyüyecekse vefalı dostlarla büyüyecek. Vefa ile evci kemalata ulaşan ruhlar ve onların varisleri vefa ufkunu gösterdiler. Talebenin vefası dersini çalışmak olduğu gibi, hizmet erlerinin de vefası, hizmeti sonsuza taşımak ve her insanın imanını kurtarmaya vesile olmaktır.

 Zaten ferd, vefa duygusuyla itimada şayan olur yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise, huzur ile devam eder. İnsanlar bu yüce duyguyla fazilete erer. Vefa fertlerin birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eder. Vefa sayesinde cüzler küll olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek vahdete ulaşır. Vefa duygusu varıp sonsuza erince ötelerden gelen tayflar kitlelerin yolunu aydınlatır. Ve toplumun önünü kesen bütün tıkanıklıkları açar. Elverir ki o toplum vefa duygusuyla olgunlaşmış ve onun kenetleyici kollarına kendini teslim etmiş olsun.

Vefâ nedir, bilir misin?
Vefâ arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır.
Vefâ; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır.
Vefâ ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır.Mevlana

Öyle ise, vefa göstermeyen insanlar hakkında Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:  “Kıyamet gününde her vefasızın başına bir bayrak dikilir. Bu vefasızlık etmiştir diye haşir halkına ilan edilir.” Cenab-ı Hakk asrımızda hizmet ile mevsuf olan bizleri ve gelecekleri ahde vefaya  riayet ve sadakati nasip etsin. İnsan vefa duygusuyla emniyet ve itimada liyakat kazanır, madden ve manen yükselir. Vefa insanın gönlüyle bütünleşmesidir.

Vefa, dinen, aklen ve vicdanen yerine getirilmesi vacip olan en büyük hakikatlerden biridir. Vefa daima baş üstünde taşınan kıymettar bir taç veya boyunlara paha biçilemez bir gerdanlık olmalıdır.

Bakın bu hususta Mehmet Akif  asrın vefasızlığını ne güzel zikrediyor;

“Vefa yok, ahde hürmet hiç Emânet lafz-ı bî medlûl;
Yalan râyiç, hiyânet, mültezem her yerde, hak meçhûl!
Ne tüyler ürperir, yâ Rab! Ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâb îman Türab olmuş” (MA)