Hayâ

Beşerin imtihan unsurlarından ve insana has bir duygu olan hayâ aynı zamanda insanı diğer varlıklardan ayıran en temel özelliklerinden birisidir. Zira hayvanlarda hayâ, edep, namus gibi hasletlerden bahsedilemez. İnsan bu duygu ile her istediğini yapmaktan kendini alıkoyarak hayvandan ayrılır.

 Hayâ insanın mahiyetini gösteren gerçek bir alamettir. İslam Müslümanlara hayâyı emretmiş ve onu İslam’ın en bariz ve diğer dinlerden ayıran en büyük faziletlerden kabul etmiştir. Resûlullâh Aleyhisselatü Vesselâm şöyle buyurur: “Her dinin bir ahlakı vardır, İslam’ın ahlakı da hayâdır.”

 Hayâ, utanma hissi, ar duygusu, sıkılma ve hicap duyma olup, utanç verici durumlardan sakınmak ve nefsin süfli arzularını terk etmektir.

 Hayâ bir günahla karşılaşmamak için mücadele etmek, karşılaşınca Allah (c.c) korkusu, Allah (c.c) mehafeti, Allah (c.c) mehabeti ile O’nun istemediği şeylerden çekinmek ve utanma duygusudur. Utanma insanda en erdemli duygudur. Yalnızken bile insanı günahtan ve biedep olmadan korur. Utanma duygusundan utanmamak gerekir. Bu duygudan mahrum olmak insan için en büyük bir felakettir. Çünkü Hadis-i Şerif’te: “Hayâ ile iman bir aradadır, biri gittiğinde diğeri de gidecektir.”buyrulmuştur.

Utanmaktan utanan bir nesil geldi dünyaya

Nerede kaldı edep? Nerede kaldı hayâ?

Süt çürüdü, bal koktu bozuldu maya

Müzeye kaldırıldı tarihimizin vesikası edep ve hayâ.

 İmanı yüceltip kemale erdiren hayâ, takvanın ayrılmaz bir parçası, iyilik ve güzelliklerin anası, akl-ı selimin ayrılmaz bir cüz’ü, Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve rızasını kazandıran bir vasıftır.

Bediüzzaman Hazretleri hayâyı şöyle tarif eder; Hayâ nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan, kızartıdan ibarettir.

Hayâ kötü bir işin yapılmamasından veya iyi bir işin terk edilmesinden dolayı insanın yüzünü kızartan bir duygudur. Güzel ahlakın külli madeni membaı iman olduğu gibi ikinci cüz’ü de imanın meyvesi olan hayâdır. Buna binaen hayâyı; Fıtri hayâ ve imandan gelen hayâ olarak ikiye ayırmamız mümkündür. Fıtri hayâ İslam dininin ruhundaki hayâ ile beslenip gelişince, ar ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır. İnsan fıtratında bulunan sıkılma ve çekinme hissi Allah’ın kendini her an gördüğü ve bildiği şuuruyla gelişmezse uzun ömürlü olmaz olamaz.

Zira hayânın hem var olup gelişmesi hem de devam ve temadisi imana bağlıdır. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem“Hayâ imandandır ve hayâ imandan bir şubedir” buyurarak bu noktayı bize ders vermektedir. Hayâ, iman ve marifet ile geliştirilmez ve ihsan şuuru ile takviye edilmezse ferd ve toplum planında insanı insanlığından utandıran davranışlar kaçınılmaz olur. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem bu hususa şöyle temas eder “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap.” Bu Hadis-i Şerif’te hayâ duygusunun ne kadar ehemmiyetli olduğunu hayâsızlığın ise ne kadar büyük bir ayıp ve tehlike olduğunu ifade etmektedir. Yani beşerin üzerinden hayâ perdesini kaldırdığımız gün beşer behayimlerden, hayvanlardan daha aşağı bir mertebeye düşer.

Hayâsızlığın, imanın tesir gücünü kırdığı, İslam’dan hakkıyla istifadeye engel olduğu ve insanın iç dünyasındaki bir kısım fonksiyonlarını icra edemez hale getirdiğini Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerinden anlıyoruz. “Hem senin mahiyetine manevi cihazlar latifeler verilmiş ki bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde göz bir saç kaldıramadığı gibi; o latife bir saç kadar bir ağırlığa, yani, gaflet ve delaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hatta bazen söner ve ölür. Madem öyledir hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmek de batma. Dünyayı yutan büyük latifelerini onda batırma.”

Nefsimiz bize istediğini yaptırıyor ise dönüp hayâ duygumuza bakmalıyız.

Yüzden hayâ gitse eğer,

Kalmaya imandan eser,

Dünya olursa muteber,

Rûz-i ceza cinan gider.

Edep hayâ gider elden,

Nur-i iman çıkar dilden,

Mahvolur irfan gönülden,

Rahm-i Rahman’ın incinir.                                                                                                     

Bir insanın gerçek insanlıktan nasibi hayâdan hissesi ölçüsündedir.Şahsiyetlerin kalplerinin iman ile intibaha gelmesi ruhların hayâ ile teçhiz edilmesi akılların nur-u irfanla tenvir edilmesi milletlerin ebed müddet payidar olması, devletlerin devam ve bekası hayâ gibi ali seciyelerin yerleşmesiyle olur.

ALLAH’DAN HAYÂ (1.BÖLÜM)

Hayâ ilahi bir ahlak ve Allah’a ait bir sırdır. Eğer insanlar onun nereye taalluk ettiğini bilselerdi daha temkinli olur daha titiz davranırlardı. Şöyle bir vakıa nakledilir:

Cenab-ı Hakk mahşerde hesaba çektiği bir ihtiyara:“Niçin şu günahları işledin?”diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Erhamürrahimin: “Öyle ise onu cennete götürün.”buyurur. Bu defada melekler istifsar ederek: “Ya rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz!” derler. Allah’da (c.c) onlara: “Evet, öyledir ama Ümmet-i Muhammet’ten biri olarak, ağaran saçı sakalına baktım. Ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim.” ferman eder. Rivayet edildiğine göre; Cibril bu haberi Efendimize iletince, o şefkat ve hayâ insanının gözleri dolar ağlar ve şöyle buyurur.“Cenab-ı Hâkk ümmetimin aksakallarına azap etmekten hayâ ediyor da ümmetimin aksakallıları günah işlemekten utanmıyorlar.”

Hayâ öncelikle insanı yoktan var eden onu hadsiz nimetlerle besleyen, her yerde hazır ve nazır olan, bütün kâinatı ve yarattığı her mahlûku murakabe eden Cenab-ı Hakk’a karşı olmalıdır. Allah’dan utanmak kuldan utanmayı gerektirir. Zaten Allah’tan hayâ etmeyen insanlardan da utanmaz; insanlardan utanmayan kimsede Allah’tan utanmaz.

Peygamber Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem bir gün: “Allah’tan gereği gibi hayâ edin.” buyurdular. Bunun üzerini yanında bulunan sahabeler: “Ya Resulullah! Elhamdülillah biz Allah’tan hayâ ediyoruz” deyince, Hz. Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem şöyle buyurdular: “Allah’tan hakiki olarak hayâ etmek; gözünü, kulağını, haram olan şeylerden korumak, haram yemekten ve zinadan sakınmak ölümü ve dünyanın fani olduğunu düşünmektir. Ahiret mutluluğunu isteyen kimse dünya ziynetlerine önem vermez. İşte böyle yapan kimse, Allah’tan hakkıyla utanmış olur”.

İnsan Allah’tan hakkıyla hayâ ederse başını ve başının içindekileri batnını ve batnının içindekileri muhafaza eder. Yani Allah’tan hayâ kişinin nefsini bütün organlarıyla Allah’ın (c.c) razı olmayacağı fiil ve sözlerden korumasıdır.

Allah (c.c) her yerde rahmetine tezahür ettiriyor. Bir hayvana çeri çöpü yedirip sütünden ve kendisinden bizlere istifade ettiriyor. Balı bize yediriyor, sütü bize içiriyor. O halde hayâ ve edep bu nimetlerden azami istifade eden biz insanlara yakışır.

Allah (c.c) hayâ ile boynumuza bir gerdanlık takmış. İnsan nerede ve hangi dönemde olursa olsun bu ziynetin değerini bilmeli ve onunla hareket etmelidir.

Her şeyi bilen ve gören hiçbir şey ondan gizlenmeyen Cenabı Hak, kulunu mahlûkata karşı hayâ ziynetiyle ziynetlendirmek (güzel göstermek) istiyor. O halde Cenabı Hakka karşı hayâ Marifetullah ile onun emir ve yasaklarına riayet etmek, nefsini ıslah etmekle olur. Böyle yaşayan insanlar nihayetsiz nimetlere mazhar olur.

EFENDİMİZİN HAYÂSI (2.BÖLÜM)

Her güzel haslette olduğu gibi hayâda da bütün insanların en üstünü, en mükemmeli Hz. Peygamber’dir (s.a.v). Hiç bir kimse ile mukayese edilmeyecek derecede ve dost ve düşmanın ittifakıyla sabittir ki o bütün hayatında hayâ timsali olarak yaşamıştır.

Resulullah bir genç kızın hayâsından daha hayâlıydı. Hz. Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem söze nazik başlar ve mülâyemetle hitap ederdi. Herhangi bir kimse sözünü bitirmeden söze başlamazdı. Muhataplarını dikkatlice ve sonuna kadar dinlerdi. Musafaha ettiği kimse elini bırakmadan elini bırakmazdı.

İyiliğe mükâfatla, kötülüğe ise af ile mukabelede bulunurdu. Yüksek sesle konuşmazdı. Daima mütebessim idi. Ömründe bir defa bile kahkaha ile güldüğü görülmemiştir. Onun gülmesi tebessümden ibaretti. Daima başı önünde yürürdü. Misafirini kapıya kadar uğurlar, misafir geldiğinde başköşeye oturturdu. Meyveleri mevsiminde yerdi.

Ön yargısız ve tanıma kastıyla Efendimizin hayatını öğrenen görecek ki; Allah (c.c), Habibin de hayânın envaını cemetmiştir.

Zira Cenabı Hakk (c.c) buyuruyor : “Kasem olsun ki Allah Resulü sizin için güzel bir örnektir.” Öyle bir örnek ki; ona tebaiyet ile güzel ahlak öğrenilir ve âlem zülümattan nura doğar. Ve o Muhammed-i ahlak, insanı seyyieden uzaklaştırıp, alayı illiyine çıkarır.

Onun için yememiz, görmemiz, dinlememiz, tebessümümüz, konuşmamız O’nun gibi olmalıdır. O’nun gibi yedi, O’nun gibi gördü,  O’nun gibi tebessüm etti, O’nun gibi konuştu.

Onun sünneti hayâdan müteşekkildir. Muameleyi hayattır, ibadettir, kabir azabından kurtulmaktır, münkiri susturmaktır.

Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem Kuran’ın hariçte tecessüm etmiş şeklidir.

Hz. Aişe validemize sorulur: “Allah Resulünün ahlakı nasıldı?” Hz. Aişe: “Siz hiç Kur’an okumadınız mı? Onun ahlakı Kur’an idi.” Öyle ise Kur’an-i ahlak hayâdır.

Peygamber Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem temelleri istibdat, zulüm ve ahlaksızlık üzerine bina edilmiş ve ahlaken sükût etmiş ve her hususta sıfıra inmiş olan o zamanın insanlarını, çok kısa bir zamanda öyle bir seviyeye getirdi ki, onların her biri edep, hayâ ve iffetin birer timsali ve yıldızı haline geldiler. O yıldızlara benzeyecek gezegenlerin meydana gelmesi de hayânın meleke haline gelmesiyle olur.

Efendimizin rahle-i tedrisinden hayâ dersini alan Hz. Osman, bir gün huzur-i saadete girmek için müsaade ister. Allah Resulü Sallâllâhü Aleyhi Vesellem biraz toparlanır. Orada bulunanlar böyle yapmasının sebebini sorduklarında, Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurdular: “Meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?”

Yine bir defasında; Resulullah Sallâllâhü Aleyhi Vesellem kızı Rukiye’ye: “Ey canım kızım. Osman’a çok saygı göster. Çünkü Ashâbım arasında, ahlakı bana en çok benzeyen odur.” buyurdu.

ÇOCUK VE GENÇDE HAYÂ (3.BÖLÜM)

Bir çocuğun anne adayının, çocuğunu taşımaya başladığı günde ki hayâsı ile başlar eğitimi. Zira anne taşıma müddetinde, azami derecede kendini hayâsızlığa götürecek ahvali keyfiyetlerden muhafaza ve mahfuz ederse, annenin yapacağı bu hareket, ileride çocuğa hayâ duygusunun çekirdeği olur. Zira ilk 6-7 yaşa kadar olan eğitim ile çocuğun huyu ve şahsiyeti şekillenir. Sonra öğrendikleri bunun üzerine bina olur. Çocuğa ahlak-ı hasene ve ahlak-ı seyyie-i tefrik edecek şekilde eğitim verilmelidir. İlk terbiye besmele ile olacaktır. Besmele ile temelleri atılan hayânın neşvü-neması güzel ahlak ile devam edecektir.  Çocuğa hayâ duygusu küçük yaşta verilmelidir ki meleke haline gelsin. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem “Evlatlarınızı edepli, terbiyeli yetiştirin” buyurmuştur.

Çocuk daha küçük yaşta uzuvlarını tanımaya başladığı zaman hayâ ve utanma duygusuyla mücehhez hale gelmelidir. Zira istikbal edep ve hayâ ile kazanılır.

Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imâni almazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslamiyet ve İmanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslamiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor.”

Hayâ insanlığın cemal-i manevisidir. İnsan hayatı boyunca bu hasletlerini devam ettirirse cennete layık bir kıymet alır. Evet, cismin güzelliği geçicidir. Onunda en ihtişamlı vakti gül gibi açılıp solan gençlik çağıdır. Hayattan çabuk söner bir şule ve rüzgâr gibi uçup giden gençliği hayâ ile nurlandırmak gerektir. Gençlik hayâ ve namusun zirvede yaşanması gereken ömür dilimidir. Zira hayâsı ve namusu olmayan bir gencin geleceği çok zordur. Gençlik hiç şüphesiz ki güneşin grup ettiği gibi gurup edecektir. Eğer bir genç o büyük nimeti gaflet ile değil de Cenabı Hakk’ın (c.c) yolunda hayâ ve itaatle sarf ederse zahiren geçse de hakikatte cenneti ve baki bir gençliği kazanacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder: “Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i ilahiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak ahirette gayet parlak ve baki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’an olarak çok kat’i âyâtıyla bütün semavi kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar. Madem hakikat budur. Ve madem helal dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesinde bir saat lezzet, bazen bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffette, istikamette sarf etmek lazım ve elzemdir.”

Gençlik gençlikte yaşanmamış İslamiyet’i yaşamak için istenir. Öyle bir gençlik yaşamalıyız ki ihtiyarlığımızda gençliğimi istiyorum demeyelim.

Hayâ duygusu gençte Allah’tan (c.c) utanmaya ve günaha girmemeye bir vesiledir. Asrımızdaki gençler âlemlere rahmet olan Efendimiz ’in Sallâllâhü Aleyhi Vesellem hayâ timsali olan ahlakından ibret almalıdır. Onun gençlik çağında Arap Yarımadası hayâsızlıklarla dolu bir görüntü arz etse de Efendimiz (s.a.v) cahiliye adetlerinden uzak kalmış ve ömrünü, eşine az rastlanmış hayâ örnekleriyle süslemiştir.

Efendimiz İslam’ı tebliğden sonra ahlakı seyyie–i vahşiyanelerini def’aten kal ve ref’ ederek bütün ahlak-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve Medine-i Ümeme üstad eylediği Müslümanlardan birkaç kişi elli yaş civarında, geri kalanlar ise on beş- otuz beş yaşlarında olan, gençlerden müteşekkildi.

Efendimiz öyle bir mahbubu kulub, muallimi ukul, mürebbi nüfus ve sultanı ervah oldu ki, yirmi üç senede yüz yirmi dört bin sahabe ki; çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu insanlar yetiştirdi. Hz. Ali’nin gençliğindeki faaliyetleri herkes tarafından bilinmektedir. O ün kazandığı kahramanlıkları yirmi ile otuz yaşları arasında gerçekleştirmiştir. Musab Bin Umeyr’in yirmi beş yaşındaki faaliyetleri sayesinde pek çok Medineli Müslüman oldu.

Hz. Ömer 25, Hz. Ali 10, Musab Bin Umeyr 18-20, Osman Bin Ebu Affan 25-30, Sad Bin Ebu Vakkas 17 yaşlarında islamın Arap yarımadasının dışında tanınmasında önemli faaliyetleri olmuştur. Şanlı tarihimizin hükümdarlarından Sultan Mehmet’in de Fatih unvanını aldığı yaş yirmi bir idi.

Hayâ eden bir genç, ne ebeveyninin ne de kanunların ikazına ihtiyaç duyar. Hayâsı onu kötülüklerden uzak durmaya sevk eder. Gençte öyle bir hayâ olmalı ki: ne gözünde yüz izi, ne yüzünde göz izi olsun!

KADINDA HAYÂ (4.BÖLÜM)

Bir genç kız gençliğinde hayâ ve iffet dairesinde yaşarsa gelecekteki hayatında da o nispette dünya ve ahiret saadetine mazhar olacaktır. Çünkü hayâ, edep, ilim, irfan ve Allah (c.c) korkusu gibi hasletler ile kadın değer kazanır. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem:“Hayâ güzeldir kadında daha güzeldir.” buyurur. Kadının değerinden dolayı Cenab-ı Hak onun isminde sure indirmiştir. Ve o, bu değerini ancak hayâ, iffet dairesinde yaşamakla koruyabilir. Böyle bir kadına Cenab-ı Hakkın melekleri, toplum ve insanlar gıpta ederler. Zira onlar cennet hurilerinden daha ziyade nurani ve parlak bir hayatın temsilcileridirler.

Kadının şerefi hayâsı ile iffet ve namusunu koruması itibariyledir. Kendi namusu ve ailesinin namusunu koruma mevzusunda hassas olmayan insanların milli haysiyet ve milli şereflerini koruması hususunda da hassas olmayacakları açıktır. Cennetin kendisine âşık olduğu dört kadın ki; Hz. Meryem, Hz. Fatıma, Hz. Asiye, Hz. Hatice’dir. Onlar bu makamı hayâ ve iffetleriyle kazanmışlardır.

Kadının ziyneti cazibesidir. Değeri de hüsn-ü siretidir. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder: “Kadının en cazibedar en tatlı güzelliği kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sirettir. Şu cemal-i şefkat ve hüsn-ü siret, ahir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir.

    Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’i İslam onları rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evler de hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri, haşmetleri, hüsnü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemal, şefkat; eğlencesi, evladı.

Her türlü güzel ahlak; kalbi iman, edep ve hayâ ile bezenmiş hanımlardan nebean etmektedir. Bir hanım, fikrini hakikat nurlarıyla ne kadar tenvir ederse insanlığa o derece faydalı olur ve devletine ve milletine faydalı olacak evlatlar yetiştirir. Ahlaki terbiyeden ve onun ulvi hakikatlerinden mahrum olan bir anneden ise terbiyeli ve ahlaklı bir çocuk yetiştirmesi beklenemez.’ Beşiği sallayan el, dünyaya yön veren, tarihin akışını değiştiren eldir.” sözü darb-ı mesel olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri de annenin hem kendi eğitiminde hem de çocuk eğitiminde nasıl önemli bir yere sahip olduğunu şöyle dile getirir:

“Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.”

Kadın değerini utanma duygusundan ve annelik vasfından kazanır. Öyle ki yetiştirdiği evlatlar nispetinde vefatından sonra kendisinden sitayişle bahsedilirler. Aristo’ya: “Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?” diye sorulunca  “Utanma duygusundan dolayı yüzlerinin kızarmasıdır.” diye cevap verir.

Yakın tarihimizin hayâ timsali hanımlarımız tarlalarda çalıştıklarında dahi siluetlerini saklayarak kendilerini muhafaza ederlerdi. Kendileri iffetli eşleri iffetli bir toplum teşekkül etmişti. İşte kadının fıtri hayâsı onu böyle muhafaza ediyor.

Efe Hazretleri bir beytinde şöyle der:

Gayret şecaatli erler var idi

Nisası ricali hayâlı idi

Edepli erkânlı bir diyar idi

Mevla’ya emanet olsun Erzurum.

Eskiden Erzurum’da hanımlar, çok zaruri bir durum olmadıkça dışarı çıkmazlardı. Onların her biri adeta edep ve hayâ timsali idiler.

Kadınların eşsiz şefkatleri ve halis ubudiyetleri Rahmet-i ilahiyi celp eder. Bu vasıfları taşıyan hanımları Peygamber Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem“Cennet annelerin ayakları altındadır.” buyurarak methi sena etmiştir. Acaba dünyada ki bütün şairler, edipler ve mütefekkirler toplansalar kadınları bu şekilde methedebilirler mi? İşte, islamın kadına verdiği değer budur.

Asrısaadete kadar kadınlara bir değer verilmezdi. Bir ev eşyası gibi alınıp satılırlardı. İslam dini onları bu zilletten kurtarmış, şeref ve haysiyetlerini muhafaza altına almış ve onları gerçek hürriyetlerine kavuşturup, kadınlık tahtına oturtturmuştur. Dileriz bu zamanda da kadir kıymet bilinir de kadın tekrar tahtına oturtulur. Kadının güzelliği ve süsü hür yaşaması ve hür olması hayâsına ve hayâsının gereği tesettüre bağlıdır. Çünkü tesettür hürriyettir.

İLİM TAHSİLİNDE HAYÂ (5.BÖLÜM)

Hayâ öyle şümullü bir vasıftır ki ilmide getirir amelide. İlim, insanlık tarihinde her asırda revaç bulmuş fakat hak ettiği gerçek değerini İslam ile kazanmıştır. Zira İslam tarihinde âlimler ve onların talebeleri hayâ ve edep timsali olmuş, hatta İmamı Rabbani: “Ehli diller arasında, kıldım talep                                  Her hüner makbul imiş, illa edep illa edep” diye buyurmuşlardır.

Yunus Emre de bu hakikati şöyle veciz bir şekilde ifade etmiştir:

Gezdim Halep ile Şam’ı

Eyledim ilmi talep

Meğer ilim bir hiç imiş

İlla edep illa edep

Öğrenci ilme, ilim adamlarına ve hocalarına saygı göstermedikçe ilme nail olamaz. Ve elde ettiği bilgiden faydalanamaz. İlmi elde etmede maksadına ulaşanlar ancak hayâ ve edep ile ulaşmışlardır. İslam âlimlerinin hayâlarındandır ki ilme olan hürmetlerinden dolayı bir kâğıda bile abdestsiz dokunmazlardı. Belki de bu hakikati şu ayeti kerimeden ders alarak hayatlarına tatbik etmişlerdir. Cenab-ı Hakk (c.c) buyuruyor ki: “Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz.”

Yani Kuran-ı Kerim’e abdestsiz dokunmamak edeptir. Her türlü maddi ve manevi kirden arınmış tertemiz olarak Kur’an’a karşı nihayetsiz bağlılığımızı son derece edep ve hürmetimizi ve onun feyzini ruhumuzda azami yerleştirmeye gayret göstermeliyiz. Şanlı ecdadımız altı yüz yıldan fazla Kuran-ı Kerim’e bayraktarlık yapmış, İslamın ruhunu gerek “Edep Ya Hu” levhaları ile gerekse mimari yapılarını ayeti kerimelerle bezeyerek, bütün cihana Kur’an-ı Kerim’in ulvi hakikatlerini ilan etmiştir.

Osman Gazi daha genç iken, Peygamber Efendimiz ’in neslinden gelen Şeyh Edebali’ye misafir olur. Gece istirahat etmesi için kendisine ayrılan odanın duvarında asılı olan Kur’an-ı Kerim’i görünce; “Ben bu Allah (c.c) kelamının olduğu yerde nasıl yatarım.” diyerek ona hürmeten ellerini bağlar ve sabaha kadar Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur. Sabaha yakın yorgunluktan gözleri kapanınca şöyle bir rüya görür: Bir ses ona şöyle der: “Mademki sen ellerini bağlayıp büyük bir edeple Kur’an-ı Kerim’e hürmet ettin, senin evlatlarında nesilden nesile şan ve şerefe nail olsun ve insanlar arasında hürmet görsünler.”

Bu durum sadece bir geceye has değildir. Zira Osman Bey, hayatı boyunca Kur’an’ın emirlerine uymuş ve onun ulvi hakikatlerini kendine rehber etmiştir. Osman Bey’in manevi mürşidi olan Edebali: “Sen ve senin zürriyetin, yeryüzüne hâkim olacak bir devlet kuracaksınız.” dedikten sonra, genç aşiret beyine kendi kızını vermek suretiyle onun o meşhur rüyasını fiilen de tabir etmiş oluyordu.

Hayâ perdesi beşerin üzerinden kalkmamalıdır ki insanlık kemalata ersin!

 Muhtaç olduğumuz hakikati Mehmet Akif ne güzel söylemiş:

Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde

Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bi medlul;

Yalan raiç, hiyanet, mültezem her yerde, hak meçhul!

Ne tüyler ürperir, Ya Rab! Ne korkunç inkılab olmuş:

Ne din kalmış, ne iman, din harap iman türab olmuş.