14 Mayıs’ın Ehemmiyeti

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَخُونُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُٓوا اَمَانَاتِكُمْ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٢٧﴾

“Ey iman edenler! Allah ve Resûlüne hıyanet etmeyin. Size bırakılan emanetlere de hıyanet etmeyin.” [1]

Allah (c.c)’a vermiş olduğunuz ahde ve zimmetinize verilmiş olan ahkâm-ı İlâhiyeye ve sünnet-i Resûlullaha riâyetsizlik edip şükür, vefâ ve istikametten ayrılmayın. Zira siz mü’minsiniz; emanette emin olacaksınız. İman kal’asına girdiğinizden dolayı emanetlere hıyanet edemezsiniz, etmemeniz lazımdır.

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyuruyor: وَلَمْ يَنْقُضُوا عَهْدَ ا للّٰهِ وَعَهْدَ رَسُولِهِ إِلاَّ سَلَّطَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ عَدُوًّا مِنْ غَيْرِهِمْ فَأَخَذُوا بَعْضَ مَا فِي أَيْدِيهِمْ “Allah ve Resûlüne itaatlerini bozanların başına Allah iç ve dış düşmanları musallat eder.” [2] Allah (c.c)’a ve Resûlüne itaat; Müslümanları huzura kavuşturmaktadır. Allah (c.c), Cenâb-ı Hakk ve Resûlüne âhidlerini, biatlarını bozan Müslümanların başına içteki münafıklar ile dıştaki düşmanları beraber musallat eder.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ وَدَوَائِهَا وَ عَافِيَةِ اْلاَبْدَانِ وَشِفَائِهَا وَ نُورِ اْلاَبْصَارِ وَضِيَائِهَا وَ عَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ

اَللّٰهُمَّ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ

Muhterem kardeşler, ekran başında dinleyenler veya dinlemek istediği halde dinleyemeyenler veya sonradan dinleyecek olanlar, biz bugünlere kolay gelmedik. Biz İslam’ın yaşandığı günlere ve İslam mücadele ve mücahedesine her daim ecdadımızla beraber maddeten ve manen mücadele ve mücahede ederek bugüne kadar geldik.

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Miladi 571 yılında dünyaya teşrif edip dünyayı fetret devrinden kurtardı; Miladi 571’de fetret devrinin sona ermesinin ilk işaretleri verildi.

لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrıyla ve Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın gelmesiyle insanları fetret devrinin karanlıklarından çıkartacak olan rahmet tecellisi başlamış idi. İslamiyet, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın mücadele ve mücahedesi neticesi ve sonra gelenlerin ruhlarındaki cihad etme sevdasıyla bugünlere geldi. Zira اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ “Allah katında din İslam’dır.” [3] sırr-ı azimesi yerleşmiş idi. Nasıl ki Âdem (a.s) zamanından beri iman-küfür çarpışa çarpışa geldi, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın zamanı itibariyle de Allah (c.c) katındaki İslam dinine düşmanlar ile İslam dinini tutup saf bağlayanlar bir mücahade, mücadele içine girdiler.

Hatemü’l-Enbiya olan Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, Allah (c.c)’ı tanıtma ve İslam dinini tebliğ ve temsil ile vazifelendirilmiş idi. O’nun (a.s.m) bu vazifesi kendinden sonra gelenlere de hem örnek hem temsil hem vazife hem de bir misyon olarak yüklenilmişti.

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın sabavetine yani gençliğine baktığınız zaman fevkalhad bir şekilde fazilet ve nezahet içinde yaşamış olduğunu görürsünüz. O (a.s.m) her şeyiyle gelecek olan dinin temsil misyonunu üstlenmek için bir hayat sürmüştü. O zaman Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın içinde bulunmuş olduğu kavim, cehalet bataklığı içinde yuvarlanıyordu. Onlar törelere kurban idiler. Ama Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm onların hiçbir töresine ittiba etmediği gibi onların hiçbir hayat tarzlarını da yaşamadı. Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm yaşadığı devirde ve gelecekte yapacağı temsil ve misyon üzerine Cenâb-ı Hakk (c.c) tarafından yetiştiriliyordu. Bir şey okumamış, bir şey yazmamış, hiç kimseyle de dini mevzularda hiçbir bahse girmemişti. Zira لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ hitabına mazhar olan Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm terbiyesini on sekiz bin âlemi, mükevvenatı ve kâinatı yoktan var eden Allah (c.c)’ın ind-i İlâhiyesinden eğitim alıyor idi.

Allah (c.c) Habib-i Zîşan’ına İslam dinini yaşayıp yaşatma tebliğ misyonunu verirken O’nu da kendi terbiye ediyor ve o hilkat harikası olarak yaratmış olduğu Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ ﴿٤﴾ “Sen yüksek bir ahlak üzeresin.” [4] âyet-i kerimesi ile de en yüksek bir ahlaka nasıl getirildiği beyan ediliyordu.

Böyle geçen bir gençlik ile beraber kırk yaşına kadar masumiyet içinde bir hayat yaşadı. Kırk yaşına yaklaştığı bir dönemde artık gözüne melekût alemleri görünmeye başlamış, yürüdüğü her bir yerde ağaçlarla taşlar kendine ‘Esselamü aleyke Ya Muhammed’ diye seslenmeye başlamışlardı ve bunları duyuyordu. Böyle bir zaman böyle bir zemin böyle bir ahval-i keyfiyet içinde Allah (c.c) kıyamete kadar baki olacak dininin temellerini atıyor. Allah (c.c) Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâma maddi ve manevi kemâlatın yollarını her cihet ile açmış idi zira O (a.s.m) Rahmeten li’l-alemin’di.

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm kırk yaşına geldiği zaman ve ondan önce de zaman zaman Hira dağına çıkar orada Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın azamet-i Kibriyasını ve kâinatı tefekkür, tezekkür ve temaşa etmeye çalışırdı. Fıtratı tertemiz, âli, yüksek olan hususiyetler onda yerleşmiş idi. O zamanlarda öyle bir misyon içine giriyordu ki adeta nübüvvet vazifesi verilmeden önce rüya-yı sadıkalar ile ertesi gün olacak olan hadiseler O’na bildiriliyordu. Yani bambaşka bir alem yaşanıyordu ki buna isterseniz vazife-i nübüvvetin mukaddimesi de diyebilirsiniz veya bir alıştırma veya bir ön hazırlık da diyebiliriz; çünkü bu ağır bir vazife idi ve omuzuna yüklenecekti. Bu din bugüne kadar kolay gelmedi, unutmayalım! Onun için bazı şeyler anlatacağım ve bugünümüze değineceğim.

Dersi lahuti bir aleme kendinizi daldırarak dinlerseniz inşallah çok daha istifadeleneceksiniz. Yine Hira Dağına çekilmiş olduğu bir gün Cibril-i Emin geldi, ilk görüşme, dostluk tecellisi idi. Hira Dağı, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ve O’na Cebrail’in gelmesi; nasıl bir halet-i ruhiyedir? Onu anlatmaya ne güç yeter ne kalp yeter ne de zayıf akıllıların işi yeter. Cebrail (a.s) ile beraberdir ve Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı şiddetli bir şekilde (hikmetini ben bilemem) tazyik ediyor yani sıkıyor ve diyor: اِقْرَأْ “Oku.” Okuyacaksın zira Allah (c.c) Cibril-i Emin vasıtası ile Efendimize emrediyor idi: “Oku.” Allah (c.c)’tan emir geliyor: “Oku.” O güne kadar okumamış, kitabette bulunmamış, çok insanlarla da konuşmamış olan Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm der: مَا أَنَا بِقَارِئٍ “Ben okuma bilmem ki.” Ben böyle bir talim ve terbiyeden geçmemişim ki. Cebrail (a.s) tekrar sıkar ve emri ikinci defa der: اِقْرَأْ “Oku.” Okuyacaksın, mecbursun, Allah (c.c) sana bunu emreyledi. Aldığı cevap yine aynıdır: مَا أَنَا بِقَارِئٍ “Ben okuma bilmiyorum.” Üçüncü defa Cibril-i Emin ile Allah (c.c) tekrar emrediyor, adeta şöyle diyor: “Git, Benim Muhammed kuluma söyle okuyacak artık o.” Ve Allah (c.c)’ın emr-i celilesi ile bu sefer tekrar diyor ki لَا اَنَا أَقْرَأُ İki şekil rivayette vardır. “Ben bilmiyorum, ne okuyayım?” O zaman Cenâb-ı Hakk (c.c) Cibril-i Emin ile okutuyor: اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖي خَلَقَۚ ﴿١﴾  Okuma bilmeyen Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm zahirde olan okuma ile terbiye ve talime başlıyor. Allah (c.c) O’nun (a.s.m) talimini ve terbiyesini doğrudan doğruya Zat-ı Uluhiyeti ile yapıyor. “Rabbinin ismi ile oku.” Seni terbiye edip seni şan ve şeref ile yüceltenin ismi ile oku. [5]

Âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk (c.c) buyurur: وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِهٖ مِنْ كِتَابٍ “Sen bilmiyordun kitabın mahiyetini, neden olduğunu da bilmiyordun.” [6] مَا كُنْتَ تَدْرٖي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْاٖيمَانُ “Sen kitab nedir, iman nedir, bilmiyordun.” [7] Ama her şeyi yaratan ve seni yetiştiren ve senin her işine Malik bulunan Rabbin seni şu an da kudreti ile okur yaptı. Senin üzerine kimseye muallimlik hakkını vermedi. Çünkü sen Muallim-i Ekber ve Mürşid-i Ekber olmaya layık fıtratta yaratılmış idin. اِقْرَأْ’nın içindeki bir mana: Allah (c.c) seni okur yaptı. Havl ve kudret Allah (c.c)’ındır. Allah (c.c) her şeye kadirdir.

Böylelikle Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın emr-i celilesi ile nübüvvet vazifesi verilmiş idi. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâma ihtiyarı olmaksızın Allah (c.c) tarafından Kur’an’ı hıfzından kâmil bir sûret ile kıraat ile okuma vazifesi verilmişti. Vahiy geliyor artık. Ve O (a.s.m), vahyin muhabbetinden ve Allah (c.c) mehafetinden dolayı titremiş, korkmuş, muhterem refikası olan Haticetü’l Kübra’ya gelmiş ve demişti: زَمِّلُونِي زَمِّلُونِي “Beni ört, beni ört.” Bu din bugüne kadar kolay mı geldi zannediyoruz? أَىْ خَدِيجَةُ زَمِّلُونِي “Hatice beni ört.” Sadık dostu, sadık zevcesine hadiseyi anlattığı zaman Hazreti Hatice amcazadesi Varak b. Nevfel’e gider, anlatır. O da der ki: ‘Korkmasın, git söyle; O’na gelen Cibril-i Emin’dir.’ [8]

Bir vazife verilmiştir ki Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm geldiği, bu risalete nail olduğu zaman, bütün dünya Arabistan da dahil olmak üzere her taraf büyük bir cehalet ve dalalet bataklığı içinde idiler. Öyle ki o zamanki insanların bir kısmı dağlara, ağaçlara kendi yapmış oldukları putlara tapıyorlar idi. Tam bir bedevilik asrıydı. Maddeden başka bir şeyi gözleri görmüyordu; bugünkü görmek istemeyenler gibiydi. Fark; diplomalı echel ve kafirler ile diplomasız cahiller ve kafirler farkı idi. Fakat onlar şecaatli idiler, zeki idiler, zekalarını ve akıllarını kullanamayan bir kavim idiler. Allah (c.c) o kavmin içinden terbiye edip yetiştirdiği Habibinin eliyle dinini tebliğ ediyordu, Hatemü’l-Enbiya mührü ile tebliğ vazifesini yaptırıyordu.

Hazreti Ali’nin ruh yapısına bakalım; dokuz veya on yaşındadır, İslam ve iman tebliğ edildiği zaman önce der ki: “Babama sorayım.” Sonra: (Nasıl bir ruh! O ne ruh! Bu da gençlere bir atıfa olsun): “Allah (c.c) beni yaratırken babama sormadı ki ben şimdi Allah (c.c)’a iman ederken sorayım babama.” der, döner ve iman ve İslam kal’asının içine o da girer.

İslam ile şereflenenler çoğaldıkça Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm o güne kadar gizli yapmış olduğu İslam tebliği davasını Allah (c.c)’ın emri ile artık aleni yapmaya başladı. Ve O’nu dinleyen herkes cehaletten kurtulup tek bir kelamı ile imana gelip, en bilgili en şuurlu, en kültürlü insan seviyesine gelerek saadete ulaşıyor idi. Siz zannediyor musunuz bugünkü toplum bilgilidir! İslam’a düşmanlık yapanın bilgisi nedir ki kafirlikten başka! O günkü insanlar bir harf ile bir âyet ile âyetteki bir kelime ile imana geliyorlardı ve bir mücahit ve mücahide kesiliyorlardı. Nifak onların içine girmiyordu.

Bütün bu olanlar esnasında Hazreti Ömer de Müslüman oluyordu ki o da bir şecaat kahramanıydı.

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bu tebliğde Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın bildirmesiyle Aşere-i Mübeşşere dediğimiz cennetle müjdelenen on sahabelerini bizlere bildiriyor idi; Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkas, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Saîd b. Zeyd (r.anhüm). Bu sahabiler Allah (c.c)’ın emirlerine bağlılıkta, dini temsil ve hizmetteki fedailikte Allah (c.c) rızasını tam kazanmış idiler. “Hakkın hatırı âlîdir.” sırrı ve ruhu ile Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın ensarı olduklarından hep galip geldiler. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ve ashabı cehd, gayret ve imanla öyle çalıştılar ki Nasarayı, müşrikleri hep yendiler, kemal-i adaleti getirdiler.

Ve Allah (c.c) bize de emrediyor: يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا كُونُٓوا اَنْصَارَ اللّٰهِ  “Ey iman edenler! Allah’ın dinine yardım edin.” [9] Emri ile umum Müslümanlar vazife almış oluyor idi. Ashab-ı Kiram bunun hakkını da verdiler. Sıra gele gele bize de geldi ve bu, her mü’mine de vaad ve tebşirdir. Allah (c.c)’ın dinine yardımcı olmayanlar Allah (c.c)’ın dininden mahrum kalırlar. Bunun sebebi de kişilerin kendi cürümleridir. Siz Allah (c.c)’ın dinine ve dinî hakikatlere yardım edin ki Allah (c.c) da size yardım etsin sırrı vardır. Bu din bugüne kolay gelmedi. Aleni ‘Dini yıkacağız!’ diye söyleyenlere yardım edecek hale ortak olmak Allah (c.c)’a savaş açanların safında olmak demektir. Teemmel! Dikkat!

Herkes Efendimizi reddederken başta Haticet’ül Kübra ve saydığımız isimler Efendimizi kabul etmişler, hiçbir şeyden korkmamışlardı.

O gün Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bu tebliğleri yaptığı zaman İslam’ı istemeyenler, Allah (c.c)’ın dinin istemeyenler olduğu gibi bugün de istemeyenler olacak ve kıyamete kadar da onlar devam edeceklerdir.

Tabi İslamiyet kabul edildiğinden dolayı müthiş şekilde eziyetler, işkenceler, çileler devri başlamış oluyordu. Her şey had safhaya çıkmış idi. “Allah (c.c)” diyene her türlü eziyet yapılıyordu. Sonraki dönemlerde de küfür zaman zaman galebe çaldığında Müslümanlara yapılan işkenceler tekerrür ediyor idi. Ama Müslüman “Ehad” diyordu; “Allah (c.c) birdir.” diyordu, “Dinim İslam” diye haykırıyordu. Bizim vatanımız da bu badirelerden geçti. Bir daha Allah (c.c) o günlere döndürmesin. “Neden ‘Lâ ilâhe illallah’ diyorsun, neden ‘Muhammed Resûllullah’ diyorsun?” diyerek insanlar her türlü işkenceye maruz bırakılıyordu. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kıldığından dolayı secdeye gittiğinde üzerine deve işkembeleri atılıyordu ama Allah (c.c) dinini tamam edecek. İslam ile şerefyap olanlar şereflerini kaybetsinler diye çeşitli entrikalar, düzenler kuruyorlardı. Nasıl da benziyor değil mi bugünlere? Entrikalar, düzenler, fitneler, fesatlar; münafıkların elinde ortalık toz duman olmuştu her taraf.

Bilal-i Habeşi (r.a) bir köle idi, sahibi de bir müşrik idi. Ama Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı duymuş Allah (c.c)’a iman etmişti. Kalbi iman aşkı ile dolduğundan dolayı da efendisi onun boynuna ip geçirip çocukların eline verip sokak sokak dolandırıyordu. “Vazgeç” diyordu. Kızgın kumlara yatırılarak üzerine taşlar bağlanmış “Dön, dön” denilmiş. Bugün entrikalar ile İslam’ı yok etmek isteyenler gibi onlar da o gün doğrudan “Dön” diye nida etmişlerdi. O da “Ehad, Ehad” yani; “Allah (c.c) birdir. Allah (c.c) birdir.” diyordu. O bunu dedikçe onlar “Dön.” diyor, onlar “Dön.” dedikçe o (r.a) da “Allah (c.c) tektir.” diyordu. O ne sebat, o ne karar Allah’ım! Ne oldu bugün bize ya Rabb, dünya menfaati için dini terk ediyor insanlar dindar görünürken! Onun “Ehad” lafzıdır ki onu kıyamete kadar baki kılıyordu. Ve Hazreti Ebubekir (r.a) böyle bir manzara ile karşılaştığı zaman: “Siz Allah (c.c) diyen bir insana eziyet mi ediyorsunuz!” diyerek malını verip de onu satın alarak azat ediyordu.

Her geçen gün işkenceler artıyordu ama onlar her işkencede daha çok dinlerine sarılıyorlardı. Tabi eziyetler had safhaya ulaştığı zaman Habeşistan’a hicret emri de çıkmıştı. Doğdukları yerden, vatanlarından hicret etmek zorunda bırakılmışlardı. Çile çile üzerine, dert dert üzerine İslam yerleşecek ve İslam’ın temel taşları yerleşiyor, temel muhkem atılıyordu.

Mekke’deki Müslümanlar da Beni Şabi denilen bir mahallede sıkıştırılmış, adeta etrafları kuşatılmış idi, zaten sayılı idiler; kız alıp vermek yok, yemek yok içmek yok, ne sıkıntılar çekilmiştir Ya Rabb! Bu din hangi çilelerle bugüne gelmiştir!

Efendimizin amcası Ebû Talib Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâma hamilik yapmıştı. Gerçi kavminin dedikodusundan korktuğundan dolayı imanını gizliyordu, gizlememesi en güzeliydi, o da şahsına münhasır bir imtihan içindeydi.

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm amcasının himayesinde olduğundan dolayı O’na (a.s.m) ilişemiyorlardı. Allah (c.c) onun eli ile Habibini muhafaza ediyordu.

Ebu Talib ölmeden önce kavmine demişti: “Dürüst olun, Ey Arabın mümtaz ve seçkin insanları! Gariplere meveddet edin, fakirlere yardım edin, ittihad edin, bölünmeyin, ittifak edin.” Bakın, bedevi dediklerimiz dahi ittifakın şe’nini biliyorlar, dikkat edin. Bunu onlara bir vasiyet olarak vererek göçüp gitmişti. Hazreti Hatice (r.anha) de (birkaç rivayet olmakla berber) Ebu Talib’ten kısa bir zaman sonra vefat etmişti. Hem amcası hem de zevcesi gitmiş, çoluk çocuk da başına kalmış, bakacaktı; artık hem anneydi hem babaydı hem de peygamber. Vazifeyi Allah (c.c) vermişti. Ebu Talib’in bu vasiyetine rağmen kavmi Ebu Talib’ten çok kısa bir zaman sonra verdikleri sözü unutmuş Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâma da saldırılara başlamışlardı. Ve Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem şöyle demişti: “Amcacığım ne kadar da çabuk yokluğunu hissettirdin. Hamiliğinden sonra ne kadar da çabuk bir şekilde bana eziyete başladılar.” Fakat o vazifesini yine de hakkıyla yerine getiriyordu.

Amcası Ebu Leheb ve hanımından eziyetler görüyor idi. Bir de bizi şöyle bir inceleyelim; etraftan bir şey duymamak için İslami hayatı terk eden insanlarımız var. O gün Ebû Kubeys dağında “Peygamberliğini açıkla” vazifesini yapma emri ile toplanıldığında amca yeğenine verdiği تَبًّا لَكَ “Elin kurusun! Bizi bunun için mi çağırdın?” [10] cevabı onun sonunu getirmiş, geleceklere de örnek olmuş idi. Ebu Leheb تَبًّا لَكَ demişti ve hakkında onun şahsı ve onun gibi olanların cezası da sûre-i Tebbet ile bildirilmişti.

Bütün bu işkenceler zamanında Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Taif’e gitmiş, orada tebliğ yolu arıyordu; birkaç tane imanlı kimse bulurum, Allah (c.c)’ı anlatırım, diyordu. Ama gel gör ki Taif’te O (a.s.m) nurani simada nuraniyeti göremeyecek kadar kör olmuşlardı. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın tebliğini kabul etmedikleri gibi oradan çıkarken geçtiği yollara gül serpmeleri gerekirken Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın yollarına dikenler koymuş, çocukların ellerine de taşlar vermişler, Efendimizi taşa tutmuşlar idi. Yara ve bere içinde Taif’ten çıktıktan sonra bir ağacın altına oturmuştu. Cibril-i Emin geldi: (Ki O’nun kanı yeryüzüne haramdı): “Ya Resulallah istersen, şu dağı Taif’in başına geçireyim.” dedi. Bu kelam Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemin ümmetine rauf ve rahim olan o güzide ruhunu heyecanlandırmış ve şöyle demişti: “İstemem.” Mü’minlere örnek olmak için ne güzel bir kelam! Mü’min mü’mine dua eder, mü’min mü’mine nifak tohumunu ekmez. Allah (c.c)’ın yolunda gittiğini zannedip de nifak tohumunu ekenlere de Sen hidayet nurunu nasip eyle Ya Rabb! Mikail (a.s) dağın tepesinde duruyor vazifeli olarak dağı başlarına geçirecek; Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın “Evet” demesine bağlı. Ama çıkan cevap: “İstemem ya Rabb.” [11] O’nun yolundan gidenler de demişti zaten: “Yeryüzü cemaatsiz kalmasın.” Davaları bir, ruhları bir, akılları bir, kalpleri bir olan dava adamları bu dini çileli yol ile getirdiler bugünlere.

Velid b. Muğire vardır, cin fikirli bir adamdır. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm için: “O kahindir, mecnundur, şairdir.” diyorlar. [12] Velid b. Muğire de: “Muhammed Emin’e kâhin diyemeyiz çünkü sözleri kâhin sözü değil, biz ona cünun da diyemeyiz (Ya Resûlallah bağışla, Allah’ım affeyle) zira cinnet alametleri yok. Şair de diyemeyiz, çünkü şairliğin her kısmını biz Araplar biliriz. Yakışık almıyor bize, bunları söylemek ona.” diyordu. Ama bedbaht olan bedbahttır.

“اَمْ يُرٖيدُونَ كَيْدًا فَالَّذٖينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكٖيدُونَ Veyahut: Fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sahir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. (Dessaslar her asırda olacaktır, fütur getirme. Zalim olanlar zalim olmayanlara zalim diyeceklerdir, kendi zulümlerini örtmek için zulümle suçlayacaklardır, fütur getirme.) Belki daha ziyade gayret et. Çünkü onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler ve onların fenalıkta muvaffakıyetleri muvakkattır ve istidracdır, bir mekr-i İlahîdir.” [13]

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın eliyle gelen hak ve hakikati görmek istemeyenler vardı; acizdiler, cahildiler, ufuklarında bir tek dünyaları vardı. Onlar Allah (c.c)’ı tanımak istemiyorlardı ve tanıtmak isteyene de engel olmayı vazife biliyorlardı. Fakat bilmedikleri bir hususiyet vardı ki: Allah (c.c) dinini tamam edecekti. Allah (c.c)’ın nurunu söndürmek isteyenlerin nurunu Allah (c.c) söndürecekti. Âyet-i kerimede buyuruluyor:يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ ﴿٨﴾  “Allah’ın nurunu ağızları ile söndürmeye çalışırlar (hileleri, yalanları, dessaslıkları, zalimlikleri, zulümleri, İslam düşmanlıkları, münafıklıkları ile Allah (c.c)’ın nurunu söndürmeye çalışırlar) ama kafirler (kafirlere avanelik yapan iki ayaklı şeytanlar) istemese bile Allah nurunu tamamlayacaktır.” [14] Yani İslam’ı temsil edin, mükemmel edecektir.

Allah (c.c) binlerce mucize önlerine getiriyor fakat inanmıyordu o günkü insanlar. Nutfeden yaratıldığını bildiği halde inanmıyordu bugünkü şarlatanlar gibi. Ve o günkü insanlar diyorlardı; “Bize bir tane mucize göster!” Elinin mucize olduğuna inanmıyordu; putu ilah zannediyordu. Ve bu mucize istemelerinin zamanıydı ki bir gün dediler: “Kameri parçala, bakalım.” Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir parmağı yetti.

Ya Rabbim! O semaya kalkıp ayı şakk diye yaran parmağın sahibi hürmetine gönülleri nifak ile paramparça olanların gönüllerine hidayet nurunu Sen gönder de hatalı bir adımdan muhafaza eyle, vatanımızı kurtar şu dessas zalimlerden.

Mucize istiyorlardı. Evet, parmak kalkmıştı ve o parmak kalkmasıyla kamer ikiye bölünmüştü. Görenler görmüştü; sabaha çıkanlar söylemişti. Açın Risale-i Nuru okuyun isterseniz. [15] Ama yine de inanmamışlar; سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ ﴿٢﴾ “Muhammed’in sihri semaya da nüfuz etti” [16] demişlerdi. Her âyete öyle diyorlardı zaten. O günkü cahiller, Müslümanlar bir şey yapamaz diyorlardı; -ki mucize olarak yapılıyordu- bugünkü cahiller de başka şeyler diyorlar. Allah (c.c) bu nurunu tamam edecek kardeşlerim.

Ve gün gelmiş Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâma (ki Recebin yirmi yedinci gecesi) Cibril (a.s) adeta Burak’ı hediye olarak getirmiş O’nu Burak’a bindirerek seyr-ü sefere, Mi’rac’a çıkartmıştı. Semavat âlemini gezdi, cenneti gördü cehenneme baktı; ümmeti için Allah (c.c)’tan yardım istedi. [17] Ümmetinin cehenneme girmemesi için dua ediyordu. Münafıkların sonunu gösterdi. Kâfirlerin sonunu cehennemde gösterdi; bunu da Müslümanlara müjdeledi. Müslümanlar sevindiler. Ama münafıklar o gün de inanmadılar. Müslüman göründüler o münafıklar ama arkadan kâfirlerle beraber oldular. “Allah bu nurunu tamam edecek.” Ve başka entrikalar dizdiler. Düşünceleri yoktu, ufukları dardı. Onlar ağaca ve maddeye tapıyorlardı. Allah (c.c)’ın nurunu görmek istemiyorlardı. Zira o günkü insanlar Allah (c.c)’a kulluğu kendilerine yediremiyorlardı.

Bütün bu işkenceler devam ettiği zaman Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ve ashabı Mekke’de beraber idi, artık nihai noktaya doğru gidiliyordu. Ve oradaki Müslümanlar teker teker, gizli gizli Medine’ye doğru hicrete başladılar. Ama Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke’deydi; doğup büyüdüğü “Canım” dediği Mekke’deydi. Hz. Ömer (r.a) de hicret etmeyle vazifeliydi. O da hicret etti ve çıktı Kâbe-i Muazzama’ya geldi ve: “Ne kadar akılsızsınız, ey müşrikler! Siz nasıl putlara tapıyorsunuz, ey Allah (c.c)’a şirk koşanlar!” dedi “Evladını babasız, hanımını kocasız bırakmak isteyenler arkamdan gelsin.” demiş de davasında sebatıyla hicret etmişti.

Artık bi’setin on dördüncü senesine kadar gelinmişti. Mekke’deki Müslümanlar Medine’ye hicret etmişler ve Medine’de çok büyük bir kuvvet, tahşidat meydana gelmişti. Bir gece de Cibril-i Emin geldi, Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın: “Hicret edebilirsin!” müsaadesini bildirdi. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Hz. Ali (r.a)’yi yatağına yatırdı (şecaat kahramanı). Ve kendisi bir avuç toprak alarak kapının önünde toplanmış, evini basıp öldürmek isteyenlerin yüzüne bir avuç toprak serpmiş; شَاهَتِ الْوُجُوهُ diyerek onlara görünmeden çıkmıştı Ebû Bekir-i Sıddık (r.a)’la. Sevr mağarasına gitti. Sevr Dağında Attal adlı mağaraya gittiler. Allah (c.c) iki tane güvercine bir tane de örümcek ağına kâfirleri yenik düşürecek idi. Vazife güvercin ve örümceğin ağ örmesi ile devam ediyordu.

Kin bürümüş, hakikatleri görmeyen günümüz insanının gözlerinin kin bürümesi gibi! Öç almak için vatanını bile feda etmek isteyenlerin gözlerini kin bürümesi gibi o günkü insanların gözünü de kin bürümüş idi!

Ve müşrikler, dağları mağaraları teker teker geziyorlardı. Dedim ya; iki güvercin bir örümcek ağına takılmışlardı. Orada değillerdir, demişlerdi ki arkasında Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem ve Ebû Bekir-i Sıddık (r.a) var. Müşrikler bir de demişlerdi: “Kim bulursa yüz deve vereceğiz.” Fakir fukara halk yüz deve uğrunda Allah Resûlünü öldürmeye yeltenmişlerdi. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem ve Ebû Bekir-i Sıddık (r.a), yine yola koyulmuş, Abdullah b. Ureykit adında biri vasıtasıyla develerine binmiş, derken Süraka ismindeki bir şahıs da bu yüz deveyi almak için Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemi takibe başlamıştı fakat onları gördüğü anda atının ön ayakları kuma saplanmış idi. Bir, iki, üç… sonra hiçbir şey yapamaz çıkar gider. Böyle hadiseler çoktur. (Şöyle hayalen yaşayın diye veriyorum. Şimdi bağlayacağım.) Belki dersiniz ne anlatıyor bize? Evlatlarınızın geleceğini anlatıyorum size.

Ve Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemin Medine’ye geleceğini Medineliler duyduğundan dolayı sevinç, iştiyak, arzu ile saatler ve dakikalar birbirini kovalamaya başlamıştı. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem Kuba’dan sonra Medine’ye yol almış, bunu da yakinen duyanlar tabi ki başlamışlardı: طَلَعَ الْبَدْرُ عَلَيْنَا مِنْ ثَنِيَاتِ الْوَدَاعَ “Üzerimize bir nur doğdu…” diyerek herkes bekliyordu. Nuru görmeyenler ve nur doğduğundan dolayı bayram havası yapanlar ve bugün nuru görmek istemeyenler, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı bilmek istemeyenler…! Ne diyelim? “Allah nurunu tamam edecek.” Ve Medine’de herkes bir yandan طَلَعَ الْبَدْرُ عَلَيْنَا diyor, bir yandan da “Ey Allah’ın Resûlü! Benim haneme gel” diyorlar idi. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem: “Devemi serbest bırakın, o gideceği yere gider.” buyuruyordu. Malik ibn-i Neccar’ın evinin önüne geldiği zaman çöktü fakat tekrar kalktı boş bir arsaya gitti ki bugün Mescid-i Nebevi’nin yeri orasıdır. Oradan tekrar kalktı beni Neccar’dan Halid ibni Ebu Eyyüb-el Ensari’nin evine gitti ve durdu. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm orada altı ay kaldı. Bize ne oldu böyle? Neden davamıza sahip değiliz? Ecdadımız bu davayı götürmek için kanlarını seve seve feda ettiler, canlarını seve seve feda ettiler, mallarını seve seve feda ettiler! Bizim davamız İslâm’ı yıkmak isteyenlerle mücadele davasıdır. Dikkat edin, siyasî bir dava değildir bu. İslâm’ı yıkmak isteyenlere fırsat vermeme davasıdır dikkat edin; cihattır, cihattır, cihattır! Her dönemin kendine göre bir cihat şekli vardır. Bu davaya nasıl siyaset diyebilirler? Fesübhanallah!

Medine’de ilk ezan okunmasını şöyle hayalen dinleyin; Müslümanlar çoğalmış, ezan vakitleri için bir şey lazım ve Cenâb-ı Hak (c.c) rüyalarla ezanı bildiriyor ve günde beş sefer nida olunuyor; “Allahu Ekber!” Demek ki sabır ve metanetin meyvesi mükâfattır. Allah (c.c)’ın ismini duyurmak istemeyenlerin rağmına Allah (c.c), günde beş sefer azamet-i Kibriya’sını duyurmuştur. Bizim vatanımız neler geçirdi? Ezanı susturmak için neler yapmadılar ki? Ezanı kaldıramadılar, anlamasınlar diye Türkçeye çevirdiler. Ezanı tekrar Arapçaya çevireni de idam ettiler. “Arapçaya çeviremezsin, Türkiye’yi kalkındıramazsın, fabrikaları kuramazsın.” dediler. Adnan Menderes’in başka ne suçu vardı? Suçlular, suçlarını gizlemek için suçsuzları daima suçlarlar, suçladılar da bugünkü gibi o gün de.

Böyle bir mücadeleden sonra artık Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemin Medine’ye hicretinin ikinci senesinde Cenâb-ı Hak (c.c) cihat emri verdi. İslâm’ı söndürmek isteyenlere karşı kuvvet kullanmaya müsaade etti. (İki misal vereceğim, çok uzatmamaya da çalışacağım inşallah o kadar çok geniş ki.) Ecdadımız bu dini bugüne kadar bu sıkıntılara katlanarak getirdiler. Kolay mı, yatakta mı kazanıldı zannediyoruz?

Bedir Harbinden bir şey verecek olursam; Hicretin ikinci senesidir. Ebû Cehil’in başkanlığında küfür tarafı İslâm tarafıyla savaşmak istiyorlardı. Ve Sahabe-i Kiram demişti: “Biz sana tabiyiz Ya Resûlullâh! Ne dersen onu yaparız.” Savaşlar artık başlayacak. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem “Şurası şu kâfirin, şurası şu kâfirin, şurası şu kâfirin” diyerek yerlerini de bildirmişti. Ama Ebû Cehil ve taraftarları su yatağının tarafını tutmuş, Müslümanları susuzluğa mahkûm eylemişti. Müslümanların ordusu susuz kalmıştı. O gece Cenâb-ı Hak (c.c), rahmeti ile İslâm ordusuna çok güzel tatlı bir uyku verdi. O gece dinlendiler, istirahat ettiler adeta. Bir de yüce Allah (c.c) semadan rahmetin tecessüm şekli olan yağmuru indirdi, susuzluk da gitti. Sabah herkes savaşa hazır. İki taraf karşı karşıya geldiğinde Hazret-i Ömer (r.a)’in azatlı kölesi olan Mihca (r.a) da ilk İslâm şehidi oldu. Ve Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm dua etti. Çünkü artık kılıçlar çekilmiş idi. Müslüman evlat, kâfir babasıyla savaşıyor veya Müslüman baba kâfir evladıyla savaşıyordu, kılıç kılıca idi. Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm dua ediyordu: “Ya Rabb! İslâm’a nusret ver. Eğer İslâm cemaatini helak edersen, Sana ibadet edecek kimse kalmaz.” buyuruyordu.

“Gazve-i Bedir’de, şu ayet haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, شَاهَتِ الْوُجُوهُ dedi. شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi bir kelam iken onların her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi her bir kâfirin gözüne gitti. Her biri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.” [18] Çocuk denebilecek yaşta iki genç İslâm mücahidi olarak Ebû Cehil-i Lâin’i öldürüyordu; başı geldiği zaman Allah Resûlü Sallâllâhü Aleyhi Vesellem şükür secdesine kapanmıştı.

Ya Rabbi! İslâm’a darbe vurmak isteyenlere karşı bizlere de rızan için o şükür secdesini yapabilmemizi nasip eyle o günümüzde. Onun için 14 Mayıs bu kadar ehemmiyetli! Biz bir savaştayız güzel kardeşlerim, savaşta. Şöyle veya böyle entrikalarla elde edemedikleri vatanımız için manevi bir savaştayız biz. Ya Rabb! Sen, iman ve Kur’an yolunu açanları ve Kur’an’a gönül verenleri muzaffer eyle. Ezanı susturmak isteyenleri sustur. Evlad-ü iyâllerimiz perişan olmasın. Demek ki o gün Bedir harbinde karşı karşıya idik bugün de manevi harplerle karşı karşıyayız. Basit olarak görmeyin.

Bir de Uhud Harbi vardır; sadakat ve vefanın timsalidir. Münafıkların reisi Übeyy ibn-i Selûl’un oğlu Abdullah maalesef ve maatteessüf bir cümle atmıştı: “‘Allah Resûlü gençlerin sözüne uydu, Medine’nin dışına çıktı.” demişti. Bu bir nifak sözüydü ki bunun ile bin kişilik İslâm ordusundan üç yüz kişiyi kopartmıştı. Uhud Harbi… Hazreti Hamzaların kütükte et doğrandığı gibi doğrandığı Uhud Harbi… Sadakat ve vefanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu İslâm’a, Müslümanlara öğreten Uhud Harbi… Müslümanlar galipken Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem “Şu geçitten ayılmayın.” dediği halde “Galip olduk.” diyerek O’nun sözünü dinlemeyenlerin o geçitten ayrılmalarıyla yenik düşülen Uhud Harbi ki yetmiş veya yetmiş iki sahabe şehit olmuştur. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemin mübarek dudağı yarılmış ve dişi kırılmıştır. Zırhının bir parçası mübarek yüzüne batmıştır ve yetmemiş gibi münafıklar (Müslüman görünüyor ama münafık): “Muhammed öldü.” diyerek yaygaraya başlatmıştır ve bu seferde Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemin etrafını saran o etten duvar olan sahabeler ordusu şaşkınlık, heyecan, üzüntü içinde yörüngesinden çıkan yıldızlar misali dağılmaya başladığı zaman Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemi korumak için Hazreti Ali (r.a), Sa’d b. Ebî Vakkâs (r.a); durmadan düşmana ok atıyorlar idi ve Ümmü Umâre (r.ânha) denilen Nesibe isminde Sahabe hanım, Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemi koruyorlardı. Vücutları kanlar içinde kaldığı halde korumaya gayret ediyorlardı. Davalarıydı çünkü O’nun davası. Liderinin davasına “Davam” diyemeyen bir insan, nifak ehli olabilir, dikkat edin!

Ve Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemi Cenâb-ı Hak (c.c) koruyordu. وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرٖينَ ﴿٦٧﴾ “Allah seni insanlardan muhafaza eder. Şüphesiz Allah, kafirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” [19] sırrınca Allah (c.c) koruyordu. Kâ’b b. Mâlik, o da o şaşkınlık içindeyken Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı gördüğü zaman bağırmıştı: “Allah Resûlü sağdır, hayattadır, Toplanın ey Müslümanlar!” demişti. Ve Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellemin sağ olduğunu duydukları andaki sevinç ile bir uyanış meydana gelmişti.

Demek ki kefereler, fecereler daima İslâm’ın başındakileri yok etmeye çalışırlar ki İslâm orduları dağılsın. Bizlerde bir savaştayız ve biz, bu savaşı kazanmak zorundayız. Kaybettirmek isteyenlerin safında rol almak küfür ehline muavenettir, dikkat edin! Biz, kaybetmek için değil, kazanmak için mücadele edeceğiz. Biz Allah (c.c)’a dönüp Allah (c.c)’a inâbe edeceğiz. İstiğfar edip şu manevi savaşı kazanacağız. Kutuplaşmayacağız. Nimetleri nimetsizlik olarak göstermeye çalışanlara karşı nimetleri görerek inşallah bu manevi savaşı kazanacağız. Onun için bu seçim bir seçim değildir; cihattır, cihattır. Allah (c.c)’ın nurunu tamamlaması için önümüzdeki bir fırsattır bu. Ashab-ı Kiramın elinde oklar vardı, okları düşmana sallıyorlardı, savuruyorlardı ve bugünde önümüzdeki seçim evlatlarımızın istikbali, İslam’ın teâlisi, vatanımızın hem içeride hem dışarıda en güzel bir şekilde İslamî tebliğ ve temsili yerine getirebilmesi için bir cihattır.

İçerideki münafıklar ile dışarıdaki düşmanlar ile anlaşanlara karşı bizim elimizde de bir tane silah var. “Değiştireceğiz (!)” Neyi değiştiriyorsun? “Allah (c.c)” diyeni Allah (c.c)’ı inkâr edenlere mi feda edeceksin? Neyi değiştiriyorsun? Kâfirlerin korkusu haline gelen Türkiye’yi yem etmek için mi “değiştireceğim” diyorsun? Neyi değiştiriyorsun? Kör olmuş gözün ile gözünü kapatan kâfirleri sevindirmek için mi “değiştireceğim” yaygaraları koparıyorsun? “Allah (c.c) bu nurunu tamam edecektir.” Tamam edecek Cenâb-ı Hak (c.c). وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ ﴿٨﴾ “Allah bu nurunu tamam edecek kâfirler istemeselerde!” [20] Yeter ki sen vazife-i asliyeni unutma!

“Değiştireceğiz (!)” Yani küfrü imana mı tercih edeceksin? Erdoğan’a ve partisine verilen her bir oy PKK’ya sıkılan bir kurşundur diyerek kurşun hükmünde olan ve gavurun ve gavurcukların bağrına sıkmak için elinde olan evet mührünü onların tarafına atarak kâfirler zümresinden mi olacaksın? Men cerrebel-mücerrebe hallet bihi’n-nedâmeti “Bir kimse tecrübe edilmiş bir şeyi yeniden tecrübe ederse nedamet getirir.” Az mı tecrübe ettik? Unuttuk mu Osmanlı’nın ve Abdülhamit’in yıkılışını? Bizlere neler yapmadılar ki? Yeniden Kur’an’ımızı ayak altına mı alsınlar, ne istiyorsunuz? Kur’an’ın harflerini çöp sepetine atar bir şekilde sevinenleri sevindirmek mi istiyorsunuz? Kur’an yeryüzünde cemaatsiz kalsın diye “Kur’an kurslarını yıkacağım ve başlarına çevireceğim.” diyenleri sevindirmek mi istiyorsunuz? Biz yaklaşık yüz yıldır bunun mücadelesini veriyoruz. Bu mücadeleyi, bu cihadı kendini bilmez, dünyadan başka bir şey düşünmez, Müslüman düşmanı olan fitnecilere mi teslim edeceğiz?

Beğenmediğiniz noktaları olabilir başınızdaki başların, onun için de âlimlerimiz buyuruyor ki: “Dua yapın.” Kusursuz insan yoktur. İnsanlar kusurdan müberra değildir, müstağni değildir ama hayır şerden çok ise Allah (c.c) bile kusurları affediyor, biz neyiz ki sadece kusurlara takılıyoruz? Kâfirin korkulu rüyası haline gelen Türkiye’miz var; “Süper güç oldu, artık baş edemeyiz.” dedikleri bir Türkiye’miz var; mazlumların beklemiş olduğu bir Türkiye’miz var, fakir-fukaranın kollandığı bir Türkiye’miz var, ne sayayım? Açın bakın isterseniz ekranlarınıza. Ve Türkiye’yi yıkmak isteyen içerideki çeteler, kezzaplar, fitneciler, fesatçılar, masonlar, farmasonlar var. Biz dua yapacağız; fitne kaynatanların fitnelerinin kendi başlarına çevrilmesi için dua yapacağız.

Asr-ı saadetten bir misal daha vereyim; Medine’de Hazreç ve Evs kabileleri vardır. Bu iki kabilenin geçmişten birbirlerine çok büyük bir şekilde mücadele ve mücahedeleri vardır, yüz yıllık mücadeleleri vardır o zaman. Ama İslâmiyetle şereflendikten sonra Şaş İbn-i Kays adındaki bir Yahudi aralarına nifak sokar. Onların uhuvvetini görür, bu Şaş İbn-i Kays bir gence şöyle der: “Git onlara eskiden olan dövüşlerini, savaşlarını anlat. Onları birbirlerine düşür ve kavmiyetçilik damarlarını körükle.” der. Bu kabileler dinler ve eski hırslarına dönerler. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem gelir; ‘Siz kavmiyetçilik mi yapıyorsunuz?’ لَيْس مِنَّا مَن دَعَا إِلَى عَصَبِيَّة “Kavmiyetçilik yapan bizden değildir.” [21] buyurunca, Yahudi oyununu ters düz ederler. Bugün de bize lazımdır.

Bizim birlik ve beraberlik zamanımızdır. İslam’ı yaşadığımızdan dolayı rahat nefes aldıranlara karşı bizim de destek olma zamanımızdır. Saflarımızı belli edeceğiz. Üçüncü bir saf yok kardeşlerim dikkat edin, yoktur. Başka bir saf yok. Ya iman safında, imana, vatana, Kur’an’a hizmet edenlerin safında savaşacağız manen. Yahut da imanın dışında imansızların safında yer alacaklar. Allah (c.c) hepimizi muhafaza eylesin. Biz Müslümanız Ehamdülillah, evlatlarımızın istikbali için mücadele ve mücahade edeceğiz. Biz Müslümanız! Akif diyor ya:

“Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,

Bağlamak lazım iken anlamadım, anlayamam

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,

Aynı milliyyetin altında tutan İslam’ı,

Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir:

Bunu bir lâhza unutmak ebedi haybettir.”

Biz Türk, Kürt, Laz, Çerkez değiliz; biz Müslümanız. Biz kâinatın meyvesiyiz. Sıkıntılı bir halde göstermek isteyenleri, sıkıntıdan sıkıntıya sokup da geçmişteki kin ve nefretlerini kusmak isteyenleri mi destekleyeceğiz? Ama maalesef dertsizler dert arıyor galiba. Dertsizliği dert etme haline gelmişiz. Hani Muhammed İkbal’in bir sözü vardır:

“Dedi ki: Aklın ölümü nedir?

Dedim ki: Fikri terk etmek

Dedi ki: Kalbin ölümü nedir?

Dedim: Zikri terk etmek.”

Demek ki İslamî mücadele ve mücahede yapıp bugün bize hediye edenlerin fikriyle yoğuracağız biz fikrimizi. Ama bizi fikirsiz bıraktılar. Düşünmez bir toplum… Tek bir fikir verdiler: “Değiştir!” Neyi neye değiştiriyorsun? Küfrü İslam’a mı değiştiriyorsun? Onun için İslâm’ın tealisi evlatlarınızın geleceği 14 Mayıs’a bağlı. Desem ki “Şöyle” hemen bir damga: “Siyaset yapıyorsun!”

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâma gidilecek yollar kapalıyken Erdoğan o yolu açtı Elhamdülillah. Allah (c.c) onun şahsında ve onun partisi ile önümüzü açtı Elhamdülillah. Hıyanet cephesine karşı dikkat edin! Bugün hepiniz bir vazife aldınız. Mehmet Akif diyor ya:

“Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!”

Sarsılmayacağız kardeşler! “Siyaset yapıyor” diye size siyaset yaptırmayıp susturmak isteyenler asıl siyaseti yapıyorlar.

Hani Lozan antlaşması vardır, bitiyor inşallah, bitirmek istemeyenleri Allah (c.c) bitirecek, bakın ne antlaşmalar yapılmış. Lord Gürzon vardır: “Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.” Gavur diyor. Evet, bir verir beş yüz alır, köle yaparız.

“Nihaî Vesika

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası’nda “Türkler’in istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevab:

“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk Milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.” [22]

Onlar “Kökleşmiş ve köhneleşmiş dini kaldıracağız.” demişlerdi. Bu sözü vermişlerdi. İşte bunun mücadelesini verdi Bediüzzaman, bunun mücadelesini verdi İslam kahramanları, bunun mücadelesini verdi Cumhuriyetten sonra başını veren bütün ulemalarımız.

Evet, dikkatli olmamız lazım. “Osmanlının yıkımıyla İslam’ı yıktım ve yıkacağım.” diyenleri bir daha sevindirmeyelim. Artık “Vatanı ben satacağım.” diyenler “Üç beş parçaya bölelim, kolay yutulur lokma olsun Müslümanlar.” diyenler var.

Yazar Mazhar Müfit Efendi, Cumhuriyetin kurucusu olarak nitelendirilen Mustafa Kemal inkılapları hakkında bir hatırası vardır, anlatıyor: “Kemal Paşa: ‘Mazhar, not defterin yanında mı?’ ‘Hayır Paşam.’ ‘O zaman defterini al, gel.’ dedi, ben de merdivenleri çok çabuk bir şekilde indim, defterimi aldım geldim. Defterimi görünce sigarasını yaktı, bir nefes içtikten sonra şöyle dedi: ‘Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (ki özel kalem müdürüdür), bir de sen bileceksin şartıyla.” Mazhar Müfit diyor ki: “Biz de Süreyya ile beraber dedik ki: ‘Olur Paşam. Söz veriyoruz. Emin olabilirsin.’ Dedi ki: ‘O zaman tarih koy. 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı:

1. Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacak.

2. Padişah ve hanedan hakkında gereken işlemler yapılacak, zamanı geldiğinde dağıtılacak.

3. Örtünme, tesettür kalkacak.

4. Fes kalkacak, uygar devletler gibi şapka giyilecek.

Seneler sonra, muaheze olduktan sonra Çankaya Köşkünde yemek yerken şöyle dedi: ‘Şu Mazhar Müfit var ya Erzurum’da ben ona örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim zaman demişti ki hayal peşinde koşma Paşam Ama hiçbir şey hayal değil, gerçek yaptım.’ Ve şapka devrimi yapıldığı zaman şöyle demişti Mazhar Müfit’e: ‘Gördün mü Mazhar. Kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakar mısın?” İslam Prensipleri Ansiklopedisine bakın, siz de görün.

Biz bu badirelerden geçtik. Bir daha o badirelere dönmememiz lazım. Türkiye maddeten ve manen ilerledi. Hiçbir müfsit “Ben müfsidim” demez ki daima suret-i haktan görünür. Hakkı batıl olarak görür ve gösterir. Hiç kimse ayranım ekşidir demiyor. Biz bunlarla mücadele etmek zorundayız. Tesettür kalktı mı? Kaktı. Tesettürsüzlük ile haya perdeleri yırtıldı mı? Evet, yırtıldı.

1926 – Kılık kıyafet inkılabı. Şapka inkılabı.

1924 – Halifelik kalktı.

1924 – Tevhid-i Tedrisat Kanunu yani İslamî eğitim kalktı.

1925 – Tekkeler, zaviyeler, medreseler kapatıldı.

Efendim “Artık yapılmaz.”mış. Yapılır. Hem de sen dikkat etmezsen daha fazlasını da yaparlar.

1934 – Ünvanlar, lakaplar kalktı. Yani “Şeyh, alim, hoca, molla” lafları kaldırıldı mı? Yazık, bunları kaldırıp yerine başka lakaplar taktılar. Bunlar oldu mu? Oldu.

Düşünebiliyor musunuz? 1926’da İsviçre Aile Kanunu getirildi, bugünkü aile yıkımının temeli de o gün atıldı. Medeni Kanun içimize sokuldu. 1926’da Ceza Kanunu kabul edildi.

24 Mayıs 1928’de harf devrimi yapılmıştı. Bu devrimler ki belimizi bükmüştü.

Camiler, tekkeler kapatıldı mı? Evet. İki günde 2058 tane cami yıkılmış, mihrapları da hela yapılmıştı anavatanda. İnönü şöyle demişti: “Artık Osmanlı ve İslam ayaklarımızın altında.” Onlar hep Allah (c.c)’a savaş açtılar. Bugünküler de onların uzantıları. Demek ki bugün kaybeden Erdoğan değil bu vatan olur. O yüzden ağzınızdan çıkana, söylediklerinize, elinizle vuracağınız mühürlere, evet oylarına dikkat edin. Düşünceleriniz, bir silah hükmünde olan evetleriniz bu vatanın kaderini değiştirecek, müsbet veya menfi yapacaktır. Onun için fitnecilere sakın yenik düşmeyin. Öyle yapın ki bu sandıklar onlar için birer tabut olsun. Bunlar hakikat ya! Nasıl unutalım? Yok “Siyaset yapma.” Bunlar siyaset değil kardeşim. Sen siyaseti karıştırmışsın.

Üstadımızın talebeleri diyor ki:

“Otuz beş seneden beri siyaseti terk eden Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’ân ve İslâmiyet ve vatan hesabına, bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Partinin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensupları ve Nur talebeleri kat’î kanaatimiz gelmiştir.” [23]

Hatta demiştir: “Ben Demokrata oy veriyorum. Demokratın yeri neresi?” Açık açık da vermiştir. Buna siyaset diyemezsiniz, vatan müdafaası.

1950 – Silah fabrikası yaptık, soba borularına çevirdiler. Uçak yapmaya başladık, bilmem neye çevirdiler. Yine aynı teraneleri konuşuyorlar.

Bakın Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ne diyor: “Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem Cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbariyle on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.

Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki, bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebîlerle mukayese edilemez. İşte bunun için, hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” [24]

Biz daha ne istiyoruz? Buna siyaset mi diyeceğiz biz? Bu bir savaştır güzel kardeşlerim. Evet, biz manevi bir savaştayız. Onun için bu cepheyi yarmak isteyenlere yardırmayın, sarsmak isteyenlere sarstırmayın. Ezin geçin. Şahsi kin ve nefretlerinden dolayı kin kusanlara uymayın. Varlıkta yoksulluk narası atanlara, attıranlara derslerini inşallah siz bu seçimlerde verin. Mehmet Emin Yurdakul da diyor ya:

“Ziyanı yok!

Siz kuyumcu olunuz, ben demirci olayım.

Yeter ki hepimiz;

Şu vatan için bir çekice sarılıp çalışalım…!”

Onun için bizim vazifemiz vatanımız için çalışmaktır. Allah (c.c) vatansız bırakmak isteyenleri vatansız bıraksın! Bunu beddua olarak zannetmeyin. Gitsinler. Ve Allah (c.c) şu vatanı için çalışan herkesi de mübarek ve muzaffer eylesin.

Nasıl biz bu hale geldik? Karın tok, nimet çok ama maalesef nefisler aç. Bir kefen ile gömüleceğini unutarak, sırma ipek giyememiş diye vatan düşmanı olanların kulakları çınlasın! Büyük bir fitne içindeyiz.

“Boğuyor âlem-i İslâm’ı bir azgın fitne,

Kıt’alar kaynıyarak gitti o girdâb içine!

Mahvolan âileler bir sürü ma’sûmundur

Kalan avarelerin de hâli malumdur!”

Mehmet Akif Ersoy

Unutmayın kardeşlerim, münkirlerin gönüllerinde şeytan yatar her zaman, o şeytan imanlıların gönlündeki imanı da yutmak ister. Evlatlarınızın üzerinde hak ve hakikatinin olması, evladın üzerindeki hayallerinizin gerçek olması, İslamiyet’in tealisi için uyanın! Şimdi madde, para, dünyalık avına çıkmış insanlar. Ve bu avcılıkta başarısız olmuş diye vatanı batırmak isteyenlere karşı uyanın! Böyle insanlar çok var çünkü. Nadanlara da yol vermeyin.

“Nâdan ile sohbet etmek güçtür bilene

çünkü nâdan ne gelirse söyler diline.”

La edri

Bizim ecdadımız vatanımız için her şeylerini feda ettiler. Gençliklerini, evlatlarını, kocalarını, mallarını, mülklerini vatan ve din için feda ettiler. Ne yazık, ne kadar bahtı kara insanlar ki bugünkü insanlar menfaatleri için nefsini feda etmeyip de vatanlarını feda etmeyi ufuklarına koyuyorlar. Demek ki biz kımıldayacağız, mecburuz.

İşte bu vatansız, dinsiz bırakmak isteyenler Müslümana özgüvenini kaybettirdiler. Hayâsızlıkta özgüven telkininde bulundular. Güveni, Allah (c.c)’a düşmanlıkta zannettirdiler. Ve bir uyanış içindeyiz. Helâl, haram demeye başladık hiçbir şey olmasa bile göğsümüzü gere gere. Günah veya sevap diyebiliyoruz göğsümüzü gere gere. Onun için kımıldamak zamanıdır. Ondan dolayı buna bir seçim demeyin. Buna bir siyaset hiç demeyin. Bu bir savaştır. Biz manevi bir savaştayız. Cihat yapacağız. Onun için leba leb alnı secdeliler ile meclisi dolduracağız. Onun için okullarda okunan Kur’an-ı Kerim’e bile rahatsız olanların eskiden yaptıkları Kur’an-ı Kerim düşmanlığının patlak vermemesi için, meclisi Kur’an-ı Kerim sevdalıları ile dolduracağız. Tesettürlülerden sıkıldığından dolayı “Yeter artık Müslüman gördük ve göründük.” naraları atarak tesettürlülere düşmanlık yapanların yapamaması için meclisi alnı secdeliler ile dolduracağız. “Kur’an kurslarını kaldıracağım, dini ortadan yok edeceğim.” diyenlere fırsat vermemek için meclisi namazlılar ile dolduracağız. Siz PKK’ya, onun avanelerine ve başta da onun kuşatıcısı olan Amerika’ya, Yahudilere, İngiliz’e ilâ-âhir ders vermek istiyorsanız meclisi Kur’an yolunda Kur’an’a hadim ve hizmetçi ve bu vatan için çalışanlarla dolduracaksınız. Bu vatan ilerleyecek, ilerlemek zorunda.

Nefsinin zebunluğunu, nefsinin oyunlarından dolayı bazı beğenmediği şeylerden dolayı hak ve hakikati görmek istemediğinden dolayı güya vicdanını rahatlatmak için “Boş atacağım.” diyerek her attığı boş oyu İslam ve Kur’an düşmanlarının safında rol almak olduğunu bilmek lazım. Onlarla da mücadele edip uyandırmak hepinizin vazifesi olacaktır. Onun için alnı secdeliler ile meclisi doldurmak gayretiniz olsun.

Denizde, havada, karada her şey bizim elimize geçti. Süper güç olma yolunda ilerledik. Olduk da. Ama yıkmak istiyorlar.

“Dünya koşuyor söz mü? Beraber koşacaktın;

Heyhat, bütün azmi sen arkanda bıraktın!

Madem ki uyandın o medid uykulardan,

Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa, kımıldan.”

Mehmet Akif Ersoy

Müslümanın sözü insanın mürüvvetidir. Şunu yapacağım, bunu yapacağım dediğinden dolayı yapanları yapmak namına şunu yıkacağım, bunu yıkacağım diyenlere oy vermek, zalimliktir! Onun için dikkatli olun meclisi öyle doldurun ki keferelere, fecerelere, iç ve dış düşmanlara sandalye kalmasın. Ya Rabbim! Ne olur bunları dua olarak kabul eyle.

“Abdülhamit gitsin, Abdülhamid gitsin.” diye ittihatçıların bir zırvalıkları vardır. Gittikten sonra da şöyle demişlerdi biliyor musunuz: “Biz Abdülhamid’i yıkmakla ve Osmanlı’yı yıkmak ile iyi bir şey yapmadık.” İttihatçıların sözüdür. Bundan dolayı yarın ağlamamak için bugün kımıldanın. Vatanımızın istikbalini iç ve dış düşmanlara kaptırmayın. Abdülhamid’i ve Osmanlı ile İslam’ı yıkmak isteyenlere ve Müslümanlara bu kadar yüz yıldır perperişan edenlere bir daha fırsat vermeyin.

Akif diyor ya, o zaman demişti, ben de bugüne diyeyim, fırsat verilmemesi lazım ama fırsat verenlere ve ağlayanlara diyor:

“Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı;

Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!

Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?

Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.”

Demek ki istikbali o gün yıktılar, sonra pişman oldular bazıları; oyuna gelenler. İstikbalimizi yıkmamak için mücadele etmeliyiz. Aynı sebepler aynı neticeleri doğurur dedik ya. Yine Akif diyor:

“Medeniyet, size çoktan beri diş biliyor.

Evvela parçalamak sonra yutmak diyor.”

Açık açık da zaten diyor gavurlar: “Türkiye’yi böleceğiz.” Kimi yirmi beş diyor, kimi üç diyor. Allah (c.c) bölmek isteyenleri perperişan etsin seçimlerden önce. Birbirlerine düşürsün, rezil etsin, onlara bir şey nasip etmesin.

O yüzden çok açık ve net olarak denilenlere dikkat edin. Ne diyeyim? Bizim kanunlarımız yamalı bohçadır. Ve bu yamalı bohça kanunlarının değişmesi elzemdir. Ama kanun değiştirilemiyor. Kanunun değişmesi içinde sizin evet oylarınıza ihtiyaç var.

1936’da 163. Madde ile bütün Müslümanların hürriyetleri kısıldı. Ve şöyle denildi: “Hiçbir insan dini hakkında bir propaganda yapamayacaktır.” Yaptığı zaman da ne yapıyorlardı? Tekkeliler hapse, tespihliler hapse. Bunları unutmadık. Ama Hıristiyanlar serbest. Demek ki bugün gavurluk adına yapılan her şey Cumhuriyet’in ilk döneminde atılan kanunların neticesidir haberiniz olsun. Oysa ki Müslümanlar için emr-i bi’l-ma’ruf vardır. Yasaklanmıştı. Yani “Ahkam-ı diniyeyi ferdi ve içtimai olarak tebliğ edemeyeceksiniz.” denilmişti. O zaman insan kıyımları başlamıştı.

Milli Eğitim Amerikalıların elinde zaten. Ceza Kanunu da Medeniyet Kanunu da aynı şekilde.

5 Nisan 1928’de İnönü ve yüz yirmi arkadaşı Mecliste verilen önerge ile dinle alakalı tüm maddeler çıkartılmıştı. “Türkiye devletinin dini İslam’dır” lafzı çıkartılmış, “Meclis dini hükümleri yerine getirir.” lafı da çıkartılmıştı.

Haysiyetimizle oynandı, şerefimizle oynandı ama şükür ki haysiyetimizi tekrar iade edildi, şerefimiz bunların eli ile bize iade edildi. Ne istiyoruz? Yani sendeki tesettür kalksın kanunu vermişlerdi. Şu an da o kanun olduğu halde sen serbestsin. O zaman seni göreyim en büyük gücü ver. Allah (c.c) da yardım etsin tekrar kanunlar İslâmî çıksın. Bundan dolayı bu milleti devletine karşı kışkırtanlara karşı dikkatli olun. Bu şahıs düşmanlığı aslında değildir. Din, vatan düşmanlığıdır, İslâm düşmanlığıdır, devlet düşmanlığıdır. Onun için 14 Mayıs seçimleri bir seçim değildir, bir savaştır haberiniz olsun.

Mâverdî Hz. Ahkâmü’s-Sultâniyye’de: “İmamlık, dini ve dünya işlerini idarecilikte peygamber halifeliği için vaz olunan (konulan) makamdır.” der.

Ulemanın ittifakı ile de imâma (devlet reisi) itaat, şer’an vâcib dini vecibelerdendir. [25] İslâm’a ihanet ettirmediği zaman. İhanet ettirirse de isyan çıkarmayıp kenara çekiliyorsunuz. Çok şükür her şeyimiz serbest bizim, ne istiyoruz?

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyuruyor: مَنْ أَطَاعَنِى فَقَدْ أَطَاعَ اللّٰهَ، وَمَنْ يَعْصِنِي فَقَدْ عَصَى اللّٰهَ وَمَنْ يُطِعِ الْاَمِيرَ فَقَدْ أَطَاعَنِى وَمَنْ يَعْصِ الْأَمِيرَ فَقَدْ عَصَانِى “Her kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim benim getirdiklerime isyan eder ise Allah’a isyan etmiş olur. Her kim ulu’l-emre itaat ederse bana itaat etmiş olur, her kim de isyan ederse bana isyan etmiş olur.” [26]

Kardeşlerim, bu bir seçim değil unutmayın, bu bir cihattır. Mücahide olmanın yolu; etrafınıza açılın.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri: Demokrat Parti’ye Kur’an, iman, vatan ve İslâm hesabına muhafazaya çalışıyorum demiş, oyunu atmıştır Demokrat’a. O yüzden bu bir siyaset değildir. O zaman Bedir Harbi’de mi siyaset? Uhud Harbi de mi siyaset? Sıffın Harbi de mi siyaset? Hendek Savaşı da mı siyaset? Kâfire karşı mücadele etmeye siyaset diyen ya avane akıllıdır ya da tamamen nifak içine girmiş nifakçılarla beraberdir.

Zaten aklı başında olan camialar Erdoğan’ın partisini desteklediklerini açıkladılar. Nur camiası da açıkladı. Bunun bir siyaset olmadığını vatan müdafaası olduğunu onlar da açıkladılar. Ben de sizlere elimden geldiği kadar, dilimin döndüğü kadar, gücümün yettiği kadar cihadın ne olduğunu söyledim. Demek bu bir İslâm temsil ve tebliğidir. Bu bir vatan müdafaasıdır. Bugünden itibaren başlayın, inatlarla sakın konuşmayın. Ama Allah (c.c)’a çok dua edin. Allah (c.c) ezerek kazanabilmeyi nasip eylesin. Meclisi ele geçirmeyi nasip eylesin. Tâ ki bütün bu kanunlar da çıksın inşallahurrahman.

Bu vatan, Müslümanlarındır, Müslümanların kanı ile şüheda kanları ile yoğrulmuştur. Bu vatan, vatanı yıkmak isteyenlerle mücadele ve mücahade edenlerindir.

Ya Rabb kusurlarımızı affeyle. Bizi kendine kul kabul eyle. Evlatlarımızın ve istikbalimizin en güzel, İslâmî bir hayat geçirmek aynı zaman da süper güç olup bütün âlem-i İslâm’a yardım edebilmek için yapılmış olan çalışmaların devamı, tealisi ve ilerlemesi için başımızdaki başlarımızı muhafaza eyle. Tuzak kuranları tuzaklarına düşür. Kahretmek isteyenleri kahr-u perişan eyle.

Ya Rabbim kapanan akıl vicdan ve kalp gözlerini aç. İlâhî ya Rabb! Kalp akıl ve vicdan balanslarının çalışmasını nasip eyle. “Fitne uykudadır, uyandırana lanet olsun.” hadis-i şerifi vardır. Allah’ım fitneyi uyandırdılar ama lanet onların üzerine olsun, buyuruyor Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm. Allah’ım lanetini onların üzerine çevirerek fitneye maruz kalanların da akıl, kalp ve vicdanlarını da tesirinden kurtar da vatan müdafaası için olan bu 14 Mayıs’ı en güzel şekilde değerlendirebilecek çalışmalara girerek başarmayı nasip eyle ve muvaffak eyle.

‘Evet’ oylarımız birer kılıçtır, birer silahtır. Ya Rabbim dış kâfirler gözünü dikmiş kahretmek istiyorlar; içerdeki münafıklar da gözünü dikmiş içerideki fitnecileri kullanarak yok etmek istiyorlar. Allah’ım içerdekileri en garibüzzamanda birbirlerine düşür ve rezil rüsva eyle 14 Mayıs’tan önce. Dışarıdakileri de kendi oyunlarında boğ ve kahreyle. İlâhî ya Rabb! Azametin hürmetine dualarımızı kabul eyle. Çalışma şevki nasip eyle. Âmin. El-Fatiha.


[1]   Enfâl sûresi 8 / 27

[2]   İbn-i Mâce, c2, s626, no:4018

[3]   Âl-i İmran 3 / 19

[4]   Kalem sûresi 68 / 4

[5]   Bkz. Buhârî, Kitabü’t Tefsir 96

[6]   Ankebut sûresi 29 / 48

[7]   Şûrâ sûresi 42 / 52

[8]   Bkz. Buhârî, Kitabü’t Tefsir 96

[9]   Saff sûresi 61 / 14

[10]   Bkz. Buhârî, Kitabü’t Tefsir 111

[11]   Bkz. Buharî 4 / 83

[12]   Bkz. Tûr sûresi 52 / 29, 30

[13]   25. Söz, 1. Şule, 1. Şua

[14]   Saff sûresi 61 / 8

[15]   Bkz. Sözler, 31. Söz, 19. ve 31. Sözlerin Zeyli “Şakk-ı Kamer” mucizesine dairdir.

[16]   Kamer sûresi 54 / 2

[17]   Bkz. Sözler, 31. Söz, 2. Esas

[18]   Mektûbat, 19. Mektub, 12. İşaret, 1. Misal

[19]   Mâide sûresi 5 / 67

[20]   Saff sûresi 8 / 61

[21]   Ebu Davud, Edeb 121

[22]   Emirdağ Lahikası II

[23]   Emirdağ Lahikası II

[24]   Emirdağ Lahikası II

[25]   Bkz. Şerh-i Nûru’l-İzâh, Babü’l İmamet

[26]   Müslim, İmâret 8 / 1218