MUHTEREM MEHMED KIRKINCI HOCAMIZIN HATUNİYE EĞİTİM HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Soru 1) Muhterem Hocam: Zaman zaman Hatuniye Medresesi’ne gelmekte ve dersler yapmaktasınız. Hanımlara ve genç kızlarımıza yönelik olan bu hizmet hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Çok şükür Erzurum, Risale-i Nur’un bir tedris mektebi haline geldi ve diğer illere de örnek oldu. Her semtte, her ilçede mülk dershanelerimiz var. Erzurum’da yetişen imanlı, şuurlu, gayretli, hamiyetli, âlicenap, vatanperver ve ahlak-ı hasene ile bezenmiş Nur Talebeleri Türkiye’nin her tarafında ve dünyanın birçok ülkesinde hizmetlerine devam etmektedir.
1979 yılında kurulan “Erzurum Kültür Eğitim Vakfı” bünyesinde lise yurdu, yükseköğrenim yurtları, özel okullar, yayınevi, kütüphaneler, kız ve erkek öğrenci evleri gibi alanlarda faaliyetlerimiz devam etmektedir.
Hiç şüphesiz ki, bu hizmetlerin en mühimlerinden biri de Hatuniye Hanım Hizmetleri’dir. Erzurum’da temeli atılan bu hizmet, diğer illere de örnek olmuştur. Bu hizmetin temelini atan, ihlâsla, sadakatle, sebatla hizmet edip; edep, hayâ iffet ve fazilet ile bezenmiş nice talebelerin yetişmesine vesile olan başta Tülin Hanım olmak üzere diğer hanım kardeşlerimi tebrik ediyor, onları her zaman hayırla yâd ediyor, muvaffakiyetleri için de dua ediyorum. Zira onlar istikbalimizin teminatı olacak yavrularımızın yetişmesinde en büyük pay sahibidirler.
Malumdur ki, her insanın yaratılışında iyiye ve kötüye, hayra ve şerre, hidayet ve dalalete kabiliyet mevcuttur. Şayet o ruh Allah korkusu, istikamet, iffet, takva, tevazu, hilm, edep, hayâ ve şecaat gibi güzel ahlâkla ıslah edilmezse, bayağı hislerin ve şehvanî arzuların tesiriyle hayvandan aşağı bir derekeye düşer.
İslami terbiyeden ve onun ulvî hakikatlerinden mahrum olan bir anneden terbiyeli ve ahlâklı bir çocuk yetiştirmesi beklenemez. “Beşiği sallayan el, dünyaya yön veren, tarihin akışını değiştiren eldir” sözü darb-ı mesel olmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri annenin hem kendi eğitiminde hem de çocuk eğitiminde nasıl önemli bir yere sahip olduğunu şöyle dile getirmektedir: “Evet insanı en birinci üstadı ve en tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat’i ve daima hissettiğim bu manayı beyan ediyorum: Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki: o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumla çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.
Ezcümle; meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o vâlidemin şefkatli fiil ve halinden ve o manevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.” ( 1 )
Evet, ebeveynin yerine getirmesi gereken en mühim vazifelerin başında; Cenab-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkını ve kulların birbirine karşı olan vazifelerini anlatmak gelir. Ayrıca çocuğa, topluma zarar veren yalan, hile, hıyanet, sefahat, hayasızlık ve iffetsizlik gibi kötü ahlâkın zararlarını da anlatmaları gerekir. Çocuğun terbiyesinde en birinci gaye, Allah ve Peygamber sevgisini onların kalp ve ruhlarına nakşetmektir. Çocuğun seviyesine uygun ibret verici hikâyeler ve güzel menkıbelerle bu sevgiyi tekid ve teyit etmek gerekir. İşte bunu tam manasıyla ifa eden Hatuniye Hanım Hizmetleridir.
Soru 2) Hatuniye’de Risale-i Nurlarla iman ve Kur’an hizmeti yapmaktayız. Bu hizmette tesirimizin artması ve devamı için tavsiyeleriniz nelerdir?
Bir davada hele Hz Peygamber’in Peygamberlik cenahına ortak olan bir hizmette muvaffak olmanın temel şartı; ihlas, sebat, sadakat, samimiyet, sabır, metanet, gayret, cesaret, fedakârlık ve hiçbir şeyi bu ulvi hizmete tercih etmemektir. Üstad Hazretleri’nin sadık, sebatkâr, fedakâr, ihlaslı, sadakatli ve âlicenap saff-ı evvel talebeleri; “Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir.” diyerek bu ulvi davayı tebliğ etmeyi gaye-i hayat edinmiş ve vazifelerini hakkıyla deruhte etmişlerdir. Bütün Nur Talebeleri de felek çarklarını döndürünceye kadar bu ulvi, mukaddes ve pak vazifeyi bu şekilde devam ettireceklerdir biiznillah.
Öncelikle şunu ifade edelim ki; Nur talebelerinin en büyük gayesi, Kur’an’ın asrımızdaki manevi tefsiri, maddi ve manevi hastalıklarımızın reçeteleri olan Risale-i Nurları okuyup hayatlarına tatbik etmek, başkalarına anlatmak, iman hizmetinde bulunmak, gençliği imansızlıktan, ahlaksızlıktan, her türlü menfi ideolojiden ve anarşiden muhafaza etmek, vatanına ve milletine faydalı birer fertler haline getirmektir.
Hem Üstadımız’ın “Laakal her on beş günde bir okunmalı” buyurduğu İhlas Risalesini başkasına değil, kendi nefsimize okumak ve hayatımıza tatbik etmek.
Hem Uhuvvet Risalesi’nin düsturlarını kendimize düstur edinmek.
Hem Risale-i Nur’un mesleği olan; “Nezihane, nazikane, ve kavl-i leyin” ile hareket etmek. İrşat ve tebliğ vazifesini ifa edenler, sert ve kırıcı ifadelerden sakınmaları, nasihatlerini yumuşak bir dille yapmalıdırlar. Çünkü yumuşaklıkta olan kuvvet, sertlikte yoktur. Cenab-ı Hakk’ın inayetine mazhar, her cihetle mansur ve muzaffer olan bütün peygamberler ile mürşit ve mücedditler tebliğ ve nasihatlerini mülayemetle yani yumuşak bir dille yapmışlardır.
Uhud Savaşı öncesi sahabeleri ile müşavere eden Allah Resulü (s.a.v) kendi fikrinin hak olduğunu bildiği halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştı. Bu savaştaki, başta amcası Hz. Hamza olmak üzere yetmiş civarında güzide sahabe şehit olmuşlardı. Buna rağmen sahabelerini en küçük bir sitemde dahi bulunmadı. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu: “Sen (o zaman), sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.” ( 2 )
Hz. Peygamber (s.a.v) tebliğini hikmetle ve güzel öğütle yapmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyurulur: “Habîbim! İnsanları Rabb-î Teâlâ’nın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) davet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddemelerle, mülayim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki adavetin hüsn-ü tes’ir hâsıl etsin.)” ( 3 )
Hizmetteki kardeşlerimizi değerlendirirken de bu ölçüyü dikkate almak gerekmektedir. Bir arkadaşımız günah işlemişse, hatası varsa, yere batırılmaz. Ona tövbe et denilir. Belki o istikbalde yıkanabilir, temizlenebilir. Hatta emsallerinden çok daha ileri geçip, terakki edebilir. Hâlde olan kusurlarımız ile birbirimizi batırmaya, hatalarımızı ifşa etmeye gidilmemelidir.
Bir kardeşimizin kopup gitmesi ile bir mücevherat kaybediyoruz. Giden bizden gidiyor. Bir insanın kolunu kaybetmesi ne ise, bizler için davamız noktasından bir insanın kaybedilmesi de odur. Bir kardeşimiz gidince bir azamız felç oluyor. Hatalı olan kardeşlerimize kızmaktan ziyade tutmak, hiddetten ziyade muhabbet ve şefkat ile tedavi etmek gerekir. Hamiyet ve dava ruhu bunu gerektirdiği gibi maslahat ve akıllılık da budur.
İlim ve hilmi bir araya getirdiğimiz zaman çift kanatlı oluruz. O zaman, uçamayacağımız bir zirve, geçemeyeceğimiz bir derya, aşamayacağımız bir engel kalmaz. Aksi halde, kardeşlerimize sert ve kaba davranırsak; bir gün, beş gün derdimizi çeker, sonra da “Artık yeter…” deyip dağılabilirler.
Ferdi ihtilâflar ve şahsî dargınlıkların umumî yerlerde ve cemaat içerisinde konuşulması, faydadan ziyade pek çok zararları netice verebilir. Evvelâ, karşılıklı ithamlar, akıl yerine hissiyatı, hakikat yerine fikirlerin tahakkümünü, muhabbet ve uhuvvet yerine, tesanüd ve tenafürü ziyadeleştirir. O zaman, o meclis enaniyetlerin tatmini, nefislerin tahakkümü için müsaid bir zemin olur. Hem de bu ahval, cemaatin şevkini kırar, huzurunu dağıtır. Üstadımızın; “Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir meşrepte olmaz.” ifadesini esas alarak ferdi ihtilafların hususi sohbet ve irtibatlar vasıtasıyla halline gidilmelidir. Bu işin tedavisi layık ellere havale edilmelidir. Her insan yara saramaz, her insan doktorluk şefkatini taşıyamaz. Bu çeşit ihtilafları vaz-u nasihat ile, telkin ile, zamana bırakmakla tedavi etmelidir. Zaman en büyük yardımcımızdır. Zaman, en insafsız insanı dahi insafa getirir.
Evet kardeşim, Cennet ilerdedir. Beka ilerdedir, Lika ilerdedir, muzafferiyet ilerdedir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin; “Kardeşlerimden rica ederim ki sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbette ve samimiyete feda ederim.” Sözleri kulağımıza küpe olmalıdır.
Cenab-ı Hak cümlemizi sökükleri dikici, eksiklikleri ikmal edici, yarık ve çatlakları kapatıcı, gedikleri seddedici, müşfik, munsıf, müdebbir, müteyakkız hadimlerden eylesin. Âmin.
Bir de Üstad Hazretleri’nin en son dersinde buyurduğu, “Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlâhî’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i İlahiye’ye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde; her bir sıkıntıya sabırla, şükürle mükellefiz.” ( 4 ) Hakikatini rehber edinmek.
Hem yine Üstadımızın buyurduğu; “Mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshili” prensibine uymak.
Hem yine; İslamiyet’e hizmet eden bütün cemaat ve tarikat erbabı kardeşlerimizin hizmetlerini taktir etmek ve onların hizmetlerini asla tenkit etmemektir. Nitekim Üstadımız bu konuda şöyle bir düstur ortaya koymuştur; “Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakît; mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var. Fakat yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur.”
Zübeyir Ağabey bir gün bana şöyle demişti, Üstad Hazretleri buyurdu ki: “Kim saçının teli kadar İslamiyet’e hizmet ederse, onu kucaklayın ve takdir edin.”
Hem, Risale-i Nur’un İhlâs ve Uhuvvet düsturları muvacehesinde, istişareye riayet etmek. İstişare etmekle, hem kardeşler arasında tesanüd, uhuvvet ve muhabbet hâsıl olur, hem de diğer din kardeşlerimizle olan beşeri münasebetlerimiz çok güzel bir şekilde devam eder.
Bizim vazifemiz halis bir niyetle, sadece tebliğde bulunmaktır. Öyle ise Üstadımızın ifadesiyle “İnsan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamalı.”
Şunu da ifade edelim ki, bizler başkalarının ne yaptığı ile değil, ne yapmamız gerektiği üzerinde durup, ona göre hizmet etmeliyiz. Bunu yaparken de “Üstadımızın zaman cemaat zamanıdır” prensibinden ayrılmadan kendi şahsi fikir ve düşüncelerimizi bir tarafa bırakıp “şirket-i maneviye” ve “meşveret” anlayışıyla ve faziletin en üstün derecesi olan “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmek” düsturu ile hareket etmeliyiz.
Evet, hizmetimizin, temeli meşverete dayanır. Zaten Üstadımız da müşavereye çok ehemmiyet verirdi. Bu bakımdan bizler de meşverete çok ehemmiyet veririz.
Meşveret, herhangi bir meselede doğruya ulaşmak, hayır ve menfaati elde etmek için ehil ve güvenilir kimselerle fikir alışverişinde bulunmaktır. Meşveret eden cemaate de “şȗrâ” denilir. Müşavere hayırlı ve isabetli karar vermede bir anahtardır. İslâm dini meşveret esası üzerine kurulmuştur. Bundan dolayı istişarenin dinimizdeki yeri pek mühimdir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette mealen şöyle buyurur: “İş hususunda onlarla müşavere et.” ( 5 ) Başka bir ayette ise şöyle buyurulur: “Onların işleri, aralarında istişâre iledir.” ( 6 ) Ebȗ Hureyre şöyle buyurmuştur: “Ben Rasȗlullah’tan daha çok, ashabıyla istişâre eden kimse görmedim.”
Akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli olan Hz. Peygamber (s.a.v) istişareye bu kadar ehemmiyet verdiği halde, bizim gibi aciz ve noksan kimselerin kendi görüşüne göre hareket etmesi büyük bir hatadır.
Bir kaçına değindiğim bu düsturlara uyduğumuz taktirde, hem Cenab-ı Hakk’ın rahmetine ve inayetine mazhar oluruz, hem Üstadımızın manevi himmetleri imdadımıza yetişir ve böylece bu ulvi davada muvaffak olmuş oluruz.
Soru 3) Siz bu yaşınıza kadar vefa ve sadakatle hizmet ettiniz. Vefa ve sadakat hususunda bize tavsiyeleriniz nelerdir?
Malumunuz olduğu üzere vefa; sözünü, ahdini, va’dini ve dostlukları unutmamak ve onlara daha güzeliyle karşılık vermektir. Böyle insanlara vefakâr denilir. Vefa, bir Müslüman’da bulunması gereken güzel ve en faziletli huylardan biridir. Vefanın zıddı nankörlük ve yapılan iyiliğin kadrini bilmemektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Mekke müşriklerinin zulmünden kaçarak kendisine sığınan ve sahabelere kucak açan Habeş Kralı Necaşi’yi daima hayırla yad etmiş, öldüğünde ona dua etmiş ve babasının ölümünden sonra Medine’ye gelen oğluna da kendi eliyle hizmet etmiştir.
En büyük vefa, insanın ezelde Rabbine verdiği ahdinde durması, yaratanını tanıması, emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınması ve verdiği sayısız nimetlerin kadrini bilip şükretmesidir.
Bir mü’minin Hz. Peygambere (s.a.v) karşı vefası, O’nun sünnet-i seniyyesini hayatına tatbik etmesi ve O’na (s.a.v) daima salâvât getirmesidir.
İnsanlar arasındaki vefa ise birbirlerinin hakkına, hukukuna ve verdikleri sözlerine riayet etmeleridir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin özelliklerinden bahsederken: “O mü’minler üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri sözleri tamtamına tutarlar..” ( 7 ) buyurmaktadır. Başka bir ayet-i kerimede “…Allah’a verdiğiniz ahdi tutun.” ( 8 ) buyurmuştur. Yani Allah’a verdiğiniz sözleri yerine getirin. Gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu ahitleri, emirleri gerekse sizin Allah’a ve Allah namına diğerlerine verdiğiniz ahitleri, yeminleri, akitleri, güzel bir şekilde yerine getiriniz. Çünkü ahitten dönmek veya ahdi yerine getirmemek haramdır.
Anne ve babaya karşı vefa, onlara itaat ve hürmet etmektir. Akraba ve taallukatına muhabbet etmek de vefanın önemli bir şubesidir.
Risale-i Nur ve Üstad Hazretleri’ne karşı vefa ise, bu eserleri hayatımızın en büyük gayesi bilmek, o düsturları hayatımıza rehber etmektir.
Sadakat hususunda ise şu hatıramı anlatmak istiyorum; Bir gün sohbet esnasında Zübeyir Ağabey’e; “Sadakati nasıl anlamalıyız” diye sordum. Bunun üzerine Zübeyir Ağabey, bütün risaleleri sehpanın üzerine yığdı ve şöyle dedi: “Hocam şimdi bana deseler ki, bu eserleri okursan cehenneme, okumazsan cennete gideceksin. Vallahi ben bu eserleri okuyup cehenneme gitmeye razı olurum. Onları okumaktan asla vazgeçmem.”
İşte sadakat budur ve böyle olmalıdır.
Soru 4) Bir-iki senedir düzenlemiş olduğumuz; “Üstad Hazretlerini Anma Programı”nda ders yapıyorsunuz. Türkiye’nin her tarafından gelen genç kızlar ve hanımlar için yapılan bu organizasyona dair fikirlerinizi alabilir miyiz?
Bu organizasyonun ne kadar harika ve faydalı olduğuna bizzat şahit oldum. Üstadımızın vefatından günümüze kadar devam eden Van, Elazığ, Urfa Mevlitleri Türkiye’nin her tarafından gelen Nur Talebelerinin buluşmalarına vesile olmaktadır.
Bir iki yıldır sizin başlatmış olduğunuz “Üstadı Anma Programı” da çok faydalı ve bereketli oluyor. Üstadı ve Hizmeti tanımayanların tanımasına vesile olmakta, tanıyanların ise şevklerini artırmaktadır. Bunu yapmak Üstad Hazretlerine karşı olan vefa borcumuzdur. Bu hizmetin diğer illere de örnek olacağı kanaatindeyim. Vesile olanları tebrik ediyorum.
Soru 5) Gençler burada Salih amel dairesinde kendilerini muhafaza etmeğe çalışıyorlar. Çevrelerinin baskısına karşılık ne yapmalıdırlar. Bu konudaki tavsiyeleriniz nelerdir?
Bu tür baskılar, Asr-ı Saadette de olmuş, Üstad Hazretleri’nin zamanında da olmuş, bundan sonra da olacaktır. Üstadımızın ifadesiyle, “Kişi bilmediğinin düşmanıdır.” Bize düşen bu hizmete perde değil, ayna olmak, lisan-ı halimizle etrafımıza örnek olmaktır. Böyle yaptığımız takdirde davamızı tanımayan ya da menfi olarak bilen kimseler bu düşüncelerinden vaz geçeceklerdir. Hele bu kimseler ana, baba, dayı, amca gibi birinci derece akrabalarımız ise onları kırmadan, davamızın hak olduğunu anlatmaktır. Üstadımızın da buyurduğu gibi “Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı maneviye göre olur. Maddi ve ferdi ve fani şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”
Bundan hareketle genç yavrularımızın muhafaza edilmesinde, istikamet dairsinde kalmalarında, her türlü menfi ideolojilerden uzak durmalarında Hatuniye hanım kızlarımıza birer kal’adır, siperdir. Bu yavrularımızın; “Nasıl olsa burada bir iki sene kaldım artık yeter” deyip ayrılmaları doğru bir davranış değildir.
Evet, günahların her taraftan sel gibi hücum ettiği günümüzde, nefsi emarenin tehlikesinden, aldatıcı ve cazibedar hevesatın hücumundan kurtulmanın yegâne çaresi, iffet, edep, haya ve takva dairesinde yaşamaktır. Zira nefisle cihadın en kısa yolu takvadır. Edep ve hayânın, şefkat ve merhametin birer timsali olan hanım kızlarımız ancak Hatuniye gibi eğitim kurumlarında kendilerini muhafaza eder, kemale erer ve cennet hatunu olmaya liyakat kesbederler. Bunlardan mahrum olan bir hanımın dış güzelliği bir kıymet ifade etmez. Onda asıl olan hüsn-ü sirettir.
Evet, takva, haya, edep ve iffet elbisesi hurilerden giydikleri ipeklerden daha üstün, daha kıymetli, daha itibarlı, daha zarafetli ve daha şerefli bir elbisedir. Takva gerdanlığını takan, ubudiyet tacını giyen, iffet ve hayâ libasına bürünen hanımlar, Allah (c.c) tarafından sevilir, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) meth-ü senasına mazhar olur, herkes tarafından izzet ve ikram görürler. Cennete layık bir kıymet alır, ebedi bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olurlar. Böyle bir elbiseden mahrum olanlar, saçaklı saraylarda ve bahçeli köşklerde de yaşasalar, zümrüt, elmas, yakut ve pırlantalarla da bezenseler, altın ve gümüşlerle süslenmiş sırmalı libaslar da giyseler gerçek manada bir şeref ve itibar sahibi olamazlar.
Marifetsiz bir kalp, bir gönül, bir dimağ, susuz ve hayatsız çöller gibidir. En âlâ, en nezih, en mükemmel güzellik, marifettedir. Güzellik, İsm-i Kuddüs’ün hakikatlerine âyine olmaktır. Nezafette, taharette, letafette terakki ederek tasaffi edene, “Güzel” denir. Kötü hasletlerden, batıl itikatlardan, isyan ve hatalardan, bid’alardan şiddetle içtinap edendir “Güzel”… Takva gerdanlığını takandır “Güzel”, ibadet tacını takana “Güzel” denir, iffet ve haya libasını giyendir “Güzel”. Âli ve ȗlvi, ebedî arzularla meşbȗ olup, kalp ve dimağını maâliyâta çevirendir “Güzel”.. Güzel odur ki, vesveselere kapılmasın. Güzel odur ki, serâp misâl arzulara takılmasın. Güzel odur ki, kendini Allah’a (c.c) beğendirsin sevdirsin gayre değil. Güzel odur ki özünü Hakk’a çevirsin.
“Yandımsa İslam’ın derdine yandım” diyendir Güzel. Fani umȗra iltifat etmeyendir Güzel. “Ne elem ne keder, Allah’ım bana yeter diyendir Güzel…
Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “Kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü siretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemali ise; ulvî, ciddi, samimi, nurani şefkatidir. Şu cemal-i şefkat ve hüsn-ü sîret ahir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir.” ( 9 )
“Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalarından uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer-i İslam onları Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı ailede. Temizlik zinetleri. Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi evladı.” ( 10 )
Her türlü güzel ahlak; kalbi iman, edep ve hayâ ile bezenmiş hanımlardan nebean etmektedir. Bir hanım, fikrini hakikat nurlarıyla ne kadar tenvir ederse insanlığa o derece faydalı olur ve devletine ve milletine faydalı olacak evlatlar yetiştirir. Onların eşsiz şefkatleri ve halis ubudiyetleri Rahmet-i İlahiye’yi celp eder. Bu vasıfları taşıyan hanımları Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Cennet, annelerin ayakları altındadır.”buyurarak medh-ü sena etmiştir. Acaba dünyadaki bütün şairler, edipler ve mütefekkirler toplansalar kadınları bu şekilde methedebilirler mi? İşte İslam’ın kadına verdiği değer budur.
Evet, sefahat rüzgârları kat kat çelik istihkâmları delip geçen radyasyon şuaları misüllü, kalplerde, ruhlarda, vicdanlarda, iffetlerde, tedavisi çok müşkül, derin cerihalar, rahneler açıyor. Bu milletin imanını, mukaddesatını, iffetini böylece vurarak onu benliğinden uzak, gayesiz, davasız, ve şuursuz bir toplum haline getirmek gayretinde olanlar var.
Yine Cenabı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, Bediüzzaman Hazretleri bu felaket ve helaket asrında nice marifet, hakikat, feyiz ve esrarları havi altı bin sahifelik, eşsiz bir marifet hazinesi olan Risale-i Nurları âlem-i insaniyete hususen İslam dünyasına miras bıraktı. Bu eserlerin bütün hakikatleri insanların fıtratına aklına ve vicdanına uygun, fevkalade orijinal ve mükemmel olduğundan, onları kendine celb ve cezbetmekte büyük bir iştiyakla okunmaktadır. Risale-i Nur’lar akılları tenvir eder. Kalplere ve ruhlara inşirah verir ve imanın zevkini tattırır. Risale-i Nurlar latifeleri terbiye eder, fikirlere istikamet verir, tefekkürü derinleştirir, ahlak-ı aliyeyi inkişaf ettirir. Risale-i Nurlar, zihinleri istilâ etmek isteyen zulmanî fikirleri, kalplerdeki pusları, şüphe ve vesveseleri eritir, ihrak eder. Nur’ları okuyanın rengi değişir, fikri değişir, âlemi değişir, ahlakı değişir. Onları okuyanlar kendilerini muhafaza ettikleri gibi başkalarının da istikamet dairesinde yaşamalarına vesile olurlar.
Bu eserleri okuyanlar, taklid-i imanlarını tahkikiye çıkarır. Her türlü menfi ideolojilerden, sefahat ve ahlaksızlıktan muhafaza olur; istikamet, takva, haya ve edep dairesinde hayatlarını geçirirler. Kur’an’ın manevi bir tefsiri, büyük bir marifet hazinesi ve en âli bir feyiz kaynağı olan Risale-i Nurları tahkik ve tetkik edenler, dünyanın geçici ve fani lezzetlerine aldanmazlar.
Kur’an’ın asrımızdaki manevi reçeteleri olan Risale-i Nur eserlerini okuyup büyük bir hamiyet, ciddi bir gayret yüksek bir fedakârlık, azami ihlas ve sebatla hizmetlerine devam edenlerin en büyük gayelerinden biri de dünyadaki bütün nimetlerden daha kıymetli olan iman hizmetinde bulunmak gençliği imansızlıktan, ahlaksızlıktan ve anarşiden, muhafaza etmek, vatanına ve milletine faydalı fertler haline getirmektir. Çünkü onlar sadece kendilerini değil bütün insanlığın ve gelecek nesl-i cedidin ikbal ve istikbalinden endişe eder; onların imanlarını ehl-i dalaletin tecavüzünden, ahlâklarını ehl-i sefahatin tahribatından nasıl kurtarabileceğini düşünür ve bunun için azami gayret gösterirler.
Evet, Risale-i Nur öyle bir nur-u marifet ve öyle ulvi bir hakikattir ki insanı engin ve zengin aşk deryasına daldırır. İmanı inkişaf ettirir, kalpleri nurlandırır, istidadı zenginleştirir, duyguları safileştirir, süfli arzuları tasaffi eder, insanı fikren ulvileştirir, evc-i kemalata çıkarır, marifetin şahikasına yükseltir ve kurb-u ilahiyeye vasıl eder.
Risale-i Nur marifette, feyizde, ulviyette, nuraniyette ve letafette emsalsizdir. Ondaki ulvi marifet tecellileri gaflet ve zulmetle kapanan gözleri nuraniyetle açar, insanı intibaha getirir. İnsan basiret gözünü açınca, karanlıklar bütünüyle zail olur, imanı ziyadeleştirir. İman öyle büyük bir nimettir ki, onun fazilet ve kıymetine paha biçilmez. İman şerefiyle şereflenmek ne büyük bir lütuf, ne âli bir ikram ve ne tükenmez bir ihsandır. Çünkü iman, saadet-i ebediyenin anahtarıdır. İman sayesinde insanın aklı, ruhu, kalbi ve diğer hasseleri tenevvür eder; bu sayede Allah’a, peygamberlere, asfiya ve evliyalara dost olur.
Bu eserler, hayat kadar kıymetli, cevher kadar parlak ve değerli, ruh kadar ulvi, bahar kadar neşeli, seher kadar bereketli ve sevimli, baldan daha tatlı ve zevklidir. Bu ulvi hakikatlerin her bir kelimesi ayrı ayrı birer barika-i hikmettir. Risale-i Nur bütün ümitlerin kat kat fevkinde umumi bir teveccühe mazhar oldu, hiçbir milletin tahammül edemeyeceği katmerli cehalet bulutlarını izale etti. Bahar güneşi gibi insanların feyiz ve bereketine vesile oldu. İlim, irfan ve marifet sahasında büyük bir teceddüt yaptı, yepyeni bir çığır açtı, ulvi tekâmül kapılarını açıp, onları zulmetten nura, cehaletten, feyiz ve marifete çıkardı. Risale-i Nur sayesinde söndürülmeye çalışılan çırağ-ı umudu yeniden ışıklanmaya başladı.
Evet, medrese ve tekkeler kapatılınca Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden Risale-i Nur gibi bir eser nasip etti. Eskiden Arapça, Kur’an, hadis, kelam ve fıkıh gibi dersler müderrisler tarafından okutulurdu. Burada tedrisat görenler ise on beş yıl okutulduktan sonra ancak alî ilimlere çıkabilirdi. Zaten o medreselerde herkes de okuyamazdı. İşte kapatılan o medrese ve tekkelere bedel, Risale-i Nur öyle bir mektep ve medrese oldu ki, her kesimden her meslek gurubundan talebesi var. Bu hizmet sadece belli bir yaş gurubuna münhasır değildir. Çocuklar gençler, ihtiyarlar, hanımlar, mütefekkirler, araştırmacılar, ilim adamları bu mektebin birer talebesidirler. Bu eserleri okuyan herkes istidat ve kabiliyeti nispetinde ondan hisse alır. Kalbine ve ruhuna nakşeder ve imanını inkişaf ettirir.
Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder: “Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zat tecrübeleriyle şehadet ederler.”
“Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur’an’dan hakikat-i tarîkatı –tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulum-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.”
Böyle ulvi ve kudsi bir hizmeti deruhte eden bütün hanım kızlarımızı tebrik ediyor, muvaffakiyetleri için dua ve niyaz ediyorum.
Mehmed KIRKINCI 26.03.2015
————————
( 1 ) Nursi, B.S. Lem’alar (24. Lem’a)
( 2 ) Al-i İmran Suresi 3 / 159
( 3 ) Nahl Suresi 16 / 125
( 4 ) Nursi, B.S. Emirdağ Lahikası Cilt – 2
( 5 ) Al-i İmran Suresi 3 / 159
( 6 ) Şȗrâ Suresi 42 / 38
( 7 ) Mü’minun Suresi 23 / 8
( 8 ) En’am Suresi 6 / 152
( 9, 10 ) Nursi, B.S. Sözler