اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَلّٰلهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ وَدَوَآءِهاَ وَعَافِيَةِ الْاَبْداَنِ وَشِفَآءِهاَ وَنُورِ الْاَبْصَارِ وَضِيَآءِهاَ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحبِهِ وَسَلِّمْ
وَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَثٖيراً لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ
Yapmış olduğumuz bu derslerdeki ana gayemiz; toplumsal hastalığımızın tedavi şekillerinin en birincisi olan, bahusus başka bir yol ile asla toplumun düzelemeyeceği can alıcı noktalara değinip, kendinde, evladında, etrafında ve gençlikte görmüş olduğu manevi hastalıkları gerek gençlere gerek ebeveynlere elimizin yettiği, sesimizin ulaşabildiği, dilimizin döndüğü kadar yardımcı olabilmektir.
Allah’ı tanımak, Allah’ı bilmekle, bir devlet reisini veyahut müsbet-menfi yol ile şöhret bulmuş insanları tanımanın arasında çok geniş, şark ve garp kadar farklılıklar vardır.
Onun için bu 54 farz dersimiz; istikametli yolu bulabilmek, hayatımıza ilk başladığımız günden son nefesimize varıncaya kadar sırat-ı müstakîm olan yoldan sapmamak, neslimizi ve nesilleri de gidilmesi gereken o yolda uyarabilmek ve onları da Allah’ın ulvî, temiz, nezih kullarını koyacağı firdevsî Cennetlere ulaştırabilmektir. Onun için, Allah (c.c) bilindiği ölçüde dünyadaki sıkıntılara sabredip, ibadetleri külfet değil rahmet olarak görüp, Allah’ın kurbiyyetini hayatına hayat yapan insanlarla bu hayat gidecektir.
Allah (c.c) tanırsak elbette ki Allah’ın (c.c) bize emrettiği lütf-u ihsanının bir parçası olan kulluk vazifesini elimizden geldiği kadar yerine getirmeye gayret ederiz.
Allah’ı hatırlamanın;
Birinci yolu; Zikirdir.
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. Min haysü lâ yeş’ur husûle gelir. Binaenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.”[1]
Zikir demek illa da bir halka kurup halkada “Hû, Hû” demek değildir. Zikir demek, Allah’ı hatırlamak, Allah’ı tanımaya gayret etmek, Allah yolunda harcanan bir hayat ve bir nefestir.
مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُ Yani şuurumuz olmadan bizim cesedimiz Allah’ı zikrediyor. Hücremiz, hücrelerden meydana gelen organlarımız biz fark etmeden vazife-i fıtrîyelerini yerine getirirken, Allah’ı zikrediyor. Mesela kalp her kan pompalamada Allah’ı zikrediyor.
Binaenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.
Gaflet ile yapılan zikirler de bile, feyz-i İlâhî vardır. Eğer zikrimizi gaflet ile yapmazsak alacağımız feyiz elbette tâdat ile bitmeyecektir.
“Kelime-i Tevhidin tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbuplardan yüzünü çevirtmektir.”[2]
لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ derken لَا kelimesini elinden geldiği kadar uzatmak gerekir.
سُبْحَانَ اللهِ، اَلْحَمْدُ الِلّٰهِ، اَللهُ اَكْبَرُ Bunlar, üç mukaddes kelimedir ki, bu üç kelimeyi hayatında hayatlandıran bir insan, kâinata âleme bakarken İlahî manevraları gördükçe hayret içinde kalır. Varlığın gidişatında zikir vardır. Hayatın dehşetengiz vaziyetlerindeki şaşkınlığını سُبْحَانَ اللهِ diyerek zikredip kalbini nurlandırır. Zikir yaparken manevi zevk de yakalanır.
İn’am-ı İlâhîyeye bakarken, Mün’imi in’amda görürken, o lezzetin tezyid ve devamını isterken اَلْحَمْدُ الِلّٰهِ diyor.
Ve aynı insan, o acayip mahlûkat ve kâinattaki garaib olan hadiselerde aklının darlığından dolayı idrak edemediği (çünkü sınırlı aklın sınırı olmayan Zât-ı Zülcelal’in kudret-i İlâhîyesini tam kavrama kabiliyeti yoktur) zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman inkâra ya da tabiata batıp gitmiyor. اَللهُ اَكْبَرُ، اَللهُ اَكْبَرُ، اَللهُ اَكْبَرُ demekle; korkusuz gidiyor, rahata kavuşuyor, huzura eriyor. Zira diyor ki; “Hâlık-ı kâinatım bu hadiseden büyüktür. Çünkü bu hadise, O’nun emriyle, iradesiyle, havliyle, kuvvetiyle, ilmiyle meydana geliyor.”
Kulluk libasını ve formasını taşımak, biz insanların Allah’a ibadet ve itaat hali ve keyfiyetiyle meydana geliyor. Demek kulluk libası bize Allah’a itaat ve ibadeti getiriyor. Bu da daima Allah’ı anmak, hatırında, gönlünde tutmak ve kulluğunun kabulü için rahmet-i Rahman’a niyazda bulunmakla olur.
“Beni kulluğuna kabul et ya Rabb! Her yerden çevirebilirsin ama rahmetinin niyazı için beni kulluk kapından çevirme ya Rabb.”
İkinci Yol: Kulluğun zıddiyeti olan günah hallerinde kul Allah’ın rahmetine bakmak için sızlanır, yanar, yakılır.
تُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ تَوْبَةً نَصُوحاًؕ “İçtenlikle ve kararlılık içinde Allah’a dua edin”[3] ayeti kerimesinin işaretiyle münferit, ailevi veya toplumsal olarak gidişata bakılıp Allah’ın emrettiği gibi tevbe edilir.
Üçüncü Yol: Kulluk şerefiyle şereflenmiş olan insan refah, saadet, huzur, güven gibi her türlü nimet-i İlâhîye içindeyken daima o nimeti vereni hatırında tutar, O’nun istediği gibi bir hayat sürerek daima O’nu zikreder.
Dördüncü Yol: اِنَّ الدُّنْيَا دَارُ الْمَشَقَّةِ “Dünya meşakkat evidir.” kaide-i külliyesiyle ve اَلدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ “Dünya mü’minin zindanıdır”[4] Hadisi şerifi sırrı ile meşakkat, musibet, sıkıntı, hastalık, çile ile geçen hayatına; “Bu bir zaman dilimidir veya imtihan salonundaki sorulardandır” diyerek, sabır, şükür, hamd ve dua ile Allah’ın varlığını yanında hissederek, daima murakebe altında bulunduğunu bilmektir. Zira Cenâb-ı Hakk buyuruyor; وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz ona şah damarından daha yakınız.”[5]
Beşinci Yol: Bu imtihan salonunda hangi imtihandan geçerse geçsin yalnız olmadığını bilerek, وَاسْتَعٖينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِؕ “Allah’tan sabır ve namaz ile yardım isteyin”[6] âyet-i kerimesiyle, o musibetlere, sıkıntılara, dertlere, kelamlara, o hallere ve fiillere karşı, Allah’ı daim hatırlayarak emrine itaat edip, sabır ve namaz ile Allah’tan yardım talep etmektir.
Kul bu beş halden başka bir halde olmamalıdır.
Ebu’l Leys Semerkandî Hazretleri, Tenbihü’l Gâfilîn’de şöyle buyuruyor: “Allah her ibadete bir zaman dilimi koymuştur. Bir miktar tayin etmiştir.” Sabah namazının vakti bellidir, miktarı da; Öğlen namazının vakti bellidir, miktarı da; Gece namazının vakti de bellidir. Yani bütün ibadetlere zaman ve bir miktar tayin eylemiştir. Cenabı Hakk âyet-i kerimede kendisini anmamızı bize emrediyor. فَاذْكُرُونٖٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لٖي وَلَا تَكْفُرُونِ “Siz beni anın ki bende sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin!”[7]
فَاذْكُرُونٖٓي ile emrediyor. اُذْكُرْ “Hatırla” Burada emri hazır var. Emir olduğu için farz oluyor. “Bil! Hatırla!”
Ey insan! Aklını başına al. Nasıl bir Zât seni bilir sen de O’nu bil, ayıl!
Yine buyuruyor Ebu’l Leys Semerkandî Hazretleri: “Allah (c.c)’ı daima hatırında tutan, amelinde tutan kimseden Allah razı olur.”
Allah’ı razı etme yolunu öğreniyoruz. Beşer razı olsa ne ki? Allah razı olmalı. O razı olduktan sonra başkaları razı olmasa da O isterse kabul ettirecektir.
Allah’ı hatırlamayı ülfet yani alışkanlık haline getirenin ibadet-ü taatte zevk ve lezzeti artar. “İbadetten lezzet almıyorum” diyenlerin, kulakları çınlasın!
Demek ki günah kalbe gire gire ibadet-ü taat ve zikir lezzetini alır. İbadet-ü taati ülfet haline getirenin, yani Allah’a itaat edenin Allah ibadet lezzetini ve günahtan kaçınma sevdasını artırır. Öyle kimseler şeytanın vesveselerinden, kalp kasavetinden kurtulur.
Efendimiz (a.s.m) bir gün çok ağlar, yanına hiç kimseyi almaz. Ağlamaktan yüzünde izler çıkar, en son Fatıma-tüz-Zehra’ya giderler. Hz. Fatıma gelir, çok rica eder. Her nasılsa içeri alır. “Kızım Fatma!” “Ümmetimin ahiretteki hallerini gördüm de ona ağlıyorum” der. Efendimiz (s.a.v)’in kalbinde ki rikkat, incelik, refet, merhamet böyledir işte.
Yine Efendimiz geceleri ayakları şişene kadar ibadet ederdi Hz Aişe “Ey Allah’ın Resulü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel olan günahlarını Allah bağışladığı halde niçin bu kadar yoruluyorsunuz?” Efendimiz (a.s.m): ياَ عاَئِشَةُ أَفَلاَ أَكُونُ عَبْداً شَكُوراً “Ya Ayşe Ben Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?”[8] diye buyurur.
Allah’ı her daim hatırlamaya ve zikretmeye gayret eden bir insanın kalbine Allah, masiyet ve günahlara karşı nefret koyar.
Evladının günahından dolayı ızdırap çeken anneler! Evlatlarınızla beraber belli bir zaman dilimi Allah’ı hatırlatmak üzere tesbihler çekin. Evlatlarınız bunu alışkanlık haline getirirse onların kalbinden günah, sefahet sevdası, kendini kullara beğendirme sevdası çıkar, Allah’a beğendirme sevdası girer.
Âl-i İmrân Sûresi’nde mealen şöyle buyuruluyor: اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.”
İbn-i Abbas Hazretleri bu âyeti tefsir ederken şöyle buyuruyor: “Onlar öyle kimselerdir ki gecede, gündüzde, karada, denizde, havada, seferde yani yolculukta, hazerde yani yolcu olmadığı zaman, hastalıklarında, sağlıklarında, fakirliklerinde, zenginliklerinde, gençliklerinde, ihtiyarlıklarında, gizlilerinde, açıklarında, daima Allah’ı zikrederler.”
Demek ki Allah’ı anmada, Ebu’l Leys Hazretleri’nin buyurduğu gibi; zaman, zemin, mekân sınırı yoktur?
Allah buyuruyor: فَاذْكُرُونٖٓي “Siz beni zikredin.” اُذْكُرْكُمْ “Bende sizi zikredeceğim.” İşte bu zikri ülfet haline getirip niyeti Allah olanların, kalplerine Allah ma’siyete karşı nefret verdiği gibi, evlatlarının insî ve cinnî şeytanlara karşı mücadelesi ve toplumun düzene girmesi itibariyle de çok büyük ehemmiyet taşıyor. Hadis-i Kudsî’de Cenâb-ı akk şöyle buyuruyor:
إَذاَ ذَكَرَنِي، فَإِنْ ذَكَرَنِي فٖي نَفْسَهُ ذَكَرْتُهُ فٖي نَفْسِي ، وَإِنْ ذَكَرَنِي فٖي مَلَإٍ ذَكَرْتُهُ فٖي مَلَإٍ خَيْرُ مِنْهُمْ
“Kulum beni nefsinde zikrederse bende onu nefsimde zikrederim. Kulum beni bir toplulukta zikrederse Ben de o kulumu onun zikrettiği topluluğun çok çok hayrında olan toplulukta, mele-i âlâda meleklerime zikrederim.”[9]
Allah zaten mele-i âlâsında bizi zikrederse inşallah ateşine atmaz.
Yine bir Hadis-i Kudsî’de şöyle buyuruluyor: مَنْ شَغَلَهُ ذِكْرِي عَنْ مَسْأَلَتِي أَعْطَيْتَهُ أَفْضَلُ مِماَّ أُعْطِي السَّ “Beni zikrettiği için benden ihtiyacını istemeye vakit bulamayan bir kimseye, isteyenlere verdiğimin daha üstününü veririm” [10]
“Beni zikretmek, beni tefekkür etmek, benim ilmimi yapmak, beni tanımaya çalışmak, benim namıma hareket etmek; eğer kul bunu yaptığından dolayı benden bir şey istemiyorsa, (yani isteme kabiliyetini kaybetmiş ama hep Allah ile beraberse) ben o kulumun istediklerini ona fark ettirmeden yerine getiririm.”
Kıldığımız namazlara bakalım. Allah’ın (c.c) huzur-u Kibriyasına, teşrifine kabul eylediği o rahmet-i İlahîyesi’nin celbine vesile olacak namaza girerken اَللهُ اَكْبَرُ diyoruz. Allah’ı zikrediyoruz. Yani bizler fıtrî olarak konuşan kâinatın dili ve tercümanı olarak اَللهُ اَكْبَرُ deyip, Allah’ın Azamet-i Kibriyasını, Rububiyet-i İlahîyesini, bizim de acziyetimizi ilan ederek başlıyoruz.
Şu dünya mescid-i kebirinde, cennet bahçelerine girmek ve nimet-i İlâhîyeden, iltifâtat-ı Rabbaniye’den istifadelenebilmek vardır. Cenabı Hakk buyuruyor: “Ey kullarım! Beni Bana itaat ile zikredin. Ben de sizi sevap, lütuf, ihsan, bereket ile huzura nail ederek, saadet kapılarını açarak zikredeyim.”
Demek bizde kulluk zikri olacak ki Allah da bize saadet-i dareyn kapılarını açsın. Yine bir Hadis-i Şerif te buyuruluyor: “Allah’a itaat eden, O’nun dediği صِبْغَةَ اللّٰهِۚ boyasıyla boyanan Allah’ı zikretmiş olur. Ama Allah’a isyan eden, yani Allah’ın emirlerine sırt çeviren insanı da Allah unutmuş olur.”
Haşr Sûresi’nde şöyle buyuruluyor: وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ “Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fasıklardır.”
Dikkat edin, kâfir demedi! Bizim düzelebilmemiz için bize diyor. Ve âyet devam ediyor: لَا يَسْتَـوٖٓي اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِؕ “Cehennemliklerle cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
“Cennete arkadaşlık eden, Cennete dostluk eden, Cennetin yoluna çalışan, Allah’ı memnun etmeye çalışanlar, hidayet üzere kurtuluşa ereceklerdir.”
Çünkü Allah’ın emirlerini can-u gönülden kabul demek, Allah’ın nehiylerinden de can-u gönülden kaçınmak demektir. Zira, Allah’ın hakkını gözeten Allah’ı hep yanında bulur. Arkadaşın, dünyanın, dünyevî makamların hakkını değil Allah’ın hakkını gözeten Allah’ı hep yanında bulur. Ne güzel, biz yalnız değiliz. Bizimle daim olarak beraber olan Rabbimiz var. Biz yalnız değiliz, “Ya Rab” dediğimiz zaman, “Abdî, kulum” diye, bize cevap veren Rabbimiz var.
Hâfız-ı Şirâzî hazretleri de şöyle diyor: “Allah’a itaatin yolları kalp, ruh ve sır iledir.” Allah’a kalbi itaat, Allah’a muhabbet ile mâsivayı yani Allah’ın dışındaki her şeyi kalpten çıkartmakla olur. Yani Allah’ı seviyor, Allah’ın sevdiklerini de Allah’ı sevdiği için seviyor.
Ruh ile itaatte, hiçbir şeye iltifat etmiyor her şeyi Allah’tan istiyor. Tabi tembel tembel yatmıyor. Dilinde besmele, niyetinde rızayı İlahi; acziyyet, fakriyyet ile Allah’ın kapısından istiyor. Fakat gerekeni de yapıyor.
Sır ile itaat, marifetullahta derinleşerek ilerlemektir. Yirminci Mektûpta geçtiği gibi Amentübillah imandır, sonra Marifetullah, sonra Muhabbetullah geliyor. Sırasıyla dil, kalp, ruh, sır ve lezzet-i ruhaniye geliyor. Evet, Amentübillah, Marifetullah, Muhabbetullah ve Lezzet-i ruhaniye vücuda geliyor.
Bütün mahlûkât bilâistisna Allah’ı tanıyor. Ey insan! Başını kaldır. Mahlukat Allah’ı tanıyor ve yaptıkları vazifeleriyle de tanıdıklarını bizlere bildiriyor.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّؕ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْؕ “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız.”[11]
Yani yedi kat sema ve arz ve içinde olan her şey Allah’ı tespih ediyor. Amma siz onların tespihlerini fehmedemiyorsunuz. Anlayamıyorsunuz, duyamıyorsunuz, hissedemiyorsunuz. Mahlukata bakarken onların fıtrî vazifelerindeki tespihlere nazar etmeye gayret etmek elzemdir.
Bir insanın Allah’ı daima hatırında tutup, O’nu daima hatırlayıp zikretmesi ve kalbini vesveselerden arındırabilmesi için cehd ve gayret lazımdır. Çünkü daima Allah’ı (c.c) hatırında tutmaya gayret edip,
سُبْحَانَ اللهِ، اَلْحَمْدُ الِلّٰهِ، اَللهُ اَكْبَرُ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ gibi zikirleri alışkanlık haline getirir, cehd ve gayret eder bunu kazanırsa, o zaman fıtratında Allah’a (c.c) karşı bir ünsiyet peyda eder. Bu da Allah’a muhabbet, Allah’a müştakiyet çekirdeğini kuvveden fiile çıkarır. Zira bu tespih, bu tezkir, bu tahmidler ile insan kendinde yani kuvvesinde olan Allah’ı hatırlamak çekirdeğini kuvveden fiile çıkarmaya başladığı zaman, o çekirdek çatlamış, sürgünlerini vermeye başlamış bir fidan olmuştur.
Misal olarak diyebiliriz ki; Bir insanın yanında tanımadığı bir insan anlatılsa o kişi anlatıla anlatıla, insanın kalbinde ona karşı bir muhabbet ve meyelan meydana gelir. İnsan da şu kâinat kitabına bakarken illa da mikroskobik olarak değil, kendini huzur-u Rahman’ın, azamet-i Kibriya’nın rahmeti altında hissederek, kâinatın sayfalarını da okumaya alıştırırsa (Risale-i Nurlar okuma şeklini öğretiyor, muallimlik yapıyor) Allah’a muhabbeti artar ve artan muhabbetten dolayı o insan her daim kulluk seccadesini hazır tutar. Demek kalplerin uyanması şarttır.
Kalbin öyle bir özelliği var ki Cenâb-ı Hakk buyuruyor: “Ben arza ve semaya sığmadım Mü’min kulumun kalbine sığdım.”
Yani kalp bir çam kozalağı veya vücudumuzun pompası değildir. Kalbin marifet, muhabbet, lezzet-i ruhaniyeye açılan manevi kapıları vardır ki oraya hiçbir insanın ulaşma imkânı yoktur. O onunla Allah arasında açılan kapılardır.
Kur’an-ı Kerîm de ayeti kerimeler kalbi anlatır. Yunus Suresi’nde kasavet bağlamış, sert, merhametsiz, katı kalpler anlatılır. Tâhâ Sûresi’nde kalb-i nisyan anlatılır. Yani Allah’ı unutur nisyandadır. Bu âyet müfessirlerce şöyle açıklanıyor: Kalbi nisyanda olanlara, azm-i kalp edemeyenlere tövbe-i kabul kapıları açılıyor. Yine Tâhâ Sûresi’nde. Âdem (a.s) anlatılırken der ki:
“Âdem şeytana uydu fakat Allah Âdem’e tövbenin yolunu göstererek yakınlık gösterdi ve onun tövbesini kabul etti.”
Bir de kalb-i müştaklar vardır. Bunlar “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü getirir” sırrınca, Allah’a tam teslim olmuş olan mü’min kalpleridir.
Bediüzzaman Hazretleri buyuruyor; Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah kâmil-i mutlak olduğundan lizatihi mahbuptur. Allah mucid, Vacib-ül vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence O’dur. [12]
Allah Mâlik’tir. Bizdeki mülkünü bizim namımıza, satış yollarını öğreterek satın almak istiyor. Tevbe Sûresi’nde buyurulduğu gibi, Allah bize mal veriyor, mülk veriyor, sonra bizden onu bizim için saklamak üzere alıyor ki âhirette o gözlere kendini gördürecek, kulaklara kendini dinlettirecek.
Allah Ğaniyy-i Muğnî’dir. Her şeyin anahtarı O’nun elindedir. O zaman her kim ki O’na halis bir kul olursa Allah’ın mülkü olan kâinat da onun mülkü gibi olur. Yani Allah mülkiyetini bize vererek; “Benim namıma kullan” diyor. Benim namıma yani imanda tevhidi, tevhidde teslimi, teslimde iki cihan saadetini bulmaya çalışan insanlar için diyor.
Bir kalp daha vardır ki; bu da kalb-i vahidanîdir. Bu kalp enbiyalara evliyalara mahsus tam tatminkâr kalptir.
Allah (c.c)’ı her daim zikredebilmek için Ayet-i Kerime emrediyor: وَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ “Sizin İlahınız tek bir ilahtır; O’ndan başka ilah yoktur; O Rahman’dır, Rahim’dir.”[13] Bu ayet bizi tevhide götürüyor.
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُؕ “Allah kendisinden başka hiç bir ilah bulunmayandır. Diridir, Kayyum’dur.” [14] Ayetiyle kendini zikrettiriyor. Başka bir ayette شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا diyor. شَهِدَ اللّٰهُ. Yani siz Allah’a şahit olun.
Hz. Sevban’dan rivayet ile Efendimiz (s.a.v) buyurur: اَفضَلُ الذِّكْرِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ ۙ yani “Zikrin en faziletlisi ‘Lailaheillallah’ zikridir.”[15]
İbn-i Ömer de buyuruyor: مِفْتاَحُ الْجَنَّةِ شَهاَدَةُ أَنْ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ Yani “Cennetin anahtarı ‘Lailaheillallah’ şehadetidir.”[16] Şunu bilmeliyiz ki: Anahtarların kilide uygun olması da şarttır. Anahtar kilide uygun olmazsa kapılar açılmaz.
Bir âyet-i kerîme daha var:اُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةًۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَۚ “Rabbinize yalvararak dua edin. Allah haddini aşanları sevmez.”[17] Yani yalvarın, gecenizde, gündüzünüzde, uykunuzda; karada, denizde, havada, İslam’ı yaşayın.
Haşr Suresi’nde buyruluyor: وَمَٓا اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ “Resulüm size neyi getirdiyse onu alın. Neyi nehy ettiyse ondan içtinab edin.”[18] Bu ayetlerin hepsi cennetin kilidini açacak anahtarımızın dişlileridir. O yüzden Rabbinize yalvara yalvara dua edin ve her yerde Habibi ile size gönderdiği şekilde O’na itaat edin.
Cenâb-ı Hakk münafıkları anlatırken şöyle buyuruyor: “Allah’ı çok az zikrederler.” Allah’ı az zikretmek münafıklık alameti sayıldı. Demek ki bizim gerçekten titreyip kendimize gelmemiz, elimizde ne var, hayatımızın kaçta kaçı onunla beraber gidiyor, nefsimizi ne kadar Allah’a satabiliyoruz? diye düşünüp, kendimize dönmemiz şarttır.
Bir kâide var ki; مَنْ اَحَبَّ شَيْئاً اَكْثَرَ ذِكْرَهُ “Kim neyi çok severse onu zikreder, onu konuşur, ona bakar, onunla ilgilenir.”
Unutturulan, unutturulmaya çalışılan dinimiz ve unuttukça huzursuz olan toplumumuz! Unutulup, unutturuldukça yetiştirilen gençlikle baş edemeyen ebeveynlerimiz! Hepimizin kulakları çınlasın!
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Kim ki Allah’ı çok zikretmezse, yani sünnet-i seniyyeyi yaşamazsa, âdabı yaşamazsa Allah’tan uzak olur.” Hatta imandan uzak olur der.
“Şeytan ağzını Âdemoğlunun kalbinin üstüne koyar. Allah’ı zikrettiği anda geri çekilir. Unuttuğu zaman kalbini yutar.”[19] Yani daldıkça daldırır, batırdıkça batırır gaflete soktukça sokar, davasına ve gayesine ulaşır.
Demek oluyor ki kalp şeytanın tesirinde kalınca Hakk’a kapanır.
Bir Hadis-i Kudsî’de buyuruluyor: ياَ ابْنُ آدَمُ ، إِنَّكَ إِذاَ ماَ ذَكَرْتَنِي شَكَرْتَنِي، وَإِذاَ ماَ نَسِيتَنِي كَفَرْتَنِي “Ey Âdemoğlu! Beni zikrettiğinde, bana şükretmiş olursun. Beni unuttuğunda ise bana nankörlük etmiş olursun.”[20] Ey Âdemoğlu! Rahmetim ile hayat bulanlar! Benim dünyamda benim yetiştirdiğim buğdaylarla, çavdarlarla, arpalarla ekmek yiyenler! Benim menba-i rahmetimden coşturduğum sularla âb-ı hayat suyu içenler! Benim toprağımda benim yetiştirdiğim ağaçların eliyle meyveleri yiyenler! Benim toprağımda, yeşil zemin üzerinde gezip tozup dolananlar! Benim dağlarıma sakladığım madenlerle hayatını devam ettirip buldukça sevinenler! Benim denizime verdiğim özellikten dolayı gemileri yürütüp uzak uzak beldelere gidenler! Benim sema âlemimde kuşları misal ve örnek göstererek buldurmuş olduğum hava âleminde gezen uçaklarıyla, benim hava boşluğumda gezenler! Benim annenize verdiğim şefkatli sinesiyle size âb-ı hayat sütü emdirdiğim ve emenler! Sen beni zikrettiğin müddetçe bana şükrünü ifâ eylemiş olursun. Hatırında tutacaksın, kulluğunu yapacaksın, kulluğun gereğini ifa edeceksin. Günah işlersen dönüp yine beni bulacaksın. Ve bana tövbe edeceksin. Günahını ona buna anlatmayacaksın, aleni günah yapmayacaksın. Ama ne yapmışsan benim kapımda, benden tövbe isteyeceksin.
نَسْتَغفِرُوا اللهَ الْعَظٖيمَ الْكَرِيمَ الَّذٖى لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّمُ وَنَتُوبُ اِلَيْهِ سُبْحَانَهُ
وَإِذاَ ماَ نَسِيتَنِي كَفَرْتَنِي Bana yaklaşmanı, beni anmanı, beni hatırlamanı, bana karşı şükrün ifadesi olarak kabul ederim.
وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَاؕ “Allah’ın nimetlerini saysanız bitiremezsiniz”[21] âyet-i kerîmesinin sırrıyla, benim nimetlerimi inkâr ederseniz, esbab bataklığına düşerseniz diliniz “Allah” dese bile beni inkâr ediyorsunuzdur.
Allah (c.c) Zâriyat Sûresi’nde; “Ben kullarımı, insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” buyuruyor. Kulluk itaattir, inkıyattır, denileni yapmaktır, sadakattir. Allah’a karşı vefadır. Ve Allah (c.c) da kendine karşı nasıl kul olmamız gerektiğini Kur’an-ı Kerîm’in her tarafında bize bildirmiştir. Efendimiz (s.a.v)’i rehber-i küll, muallim-i ekber olarak bütün insanlığa örnek olarak sunmuştur.
Evet, Allah (c.c) kendini daima her an hatırında, ibadetinde, namazında, Kur’an’ında, zikrinde, yürüyüşünde, konuşmasında hatırlayıp da şükrü eda edenlerden eylesin. Allah (c.c) bizi kendine karşı enaniyetimize güvenerek, Firavunlar, Karunlar, Şeddadlar, zalimler gibi unutup da unutmayla küfre gidenlerden uzak eylesin.
Âmin, âmin âmin. Elfüelfü âmin, elfüelfü âmin, elfüelfü âmin.
[1] Mesnevi-i Nuriye
[2] Mesnevi Nuriye
[3] Tevbe / 8
[4] Müslim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16
[5] Kâf / 16
[6] Bakara / 45
[7] Bakara / 152
[8] Buhari, Teheccüt, 6
[9] İhya’u Ulum-id-din
[10] İhya’u Ulum-id-Din
[11] İsra / 44
[12] Mesnevi-i Nuriye
[13] Bakara/163
[14] Bakara / 255
[15] Tirmizi, 3383.
[16] Ahmed İbn-i Hanbel
[17] Araf/55
[18] Haşr/7
[19] Camiü’s-Sağir Cild-1 1169
[20] Taberani
[21] Nahl / 18