RİSALE-İ NUR NEDİR? NASIL BİR TEFSİRDİR?
RİSALE-İ NUR’UN EHEMMİYETİ
Malumdur ki; bir ilmin şerefi ve kıymeti, mevzusunun ve gayesinin ehemmiyeti nisbetindedir. İki dünya saadetini temin edecek bir ilmin mertebesi ise bütün ilimlerin fevkindedir.
Her asrın ilme olan ihtiyacı ziyadedir. Asrımız da tahripkâr olan unsurlara karşı bu cümleden hissedardır. Mazide maneviyatımızın aydınlanmasına ve nurlanmasına vesile olan nice allameler zuhur edip zamanlarını nurlandırdılar. Evet, asırlar geçtikçe, muhataplar değiştikçe, dinin mukaddesatında yeni şüphe ve tereddütler ile insanların ruhlarında, akıllarında, kalplerinde derin yaralar meydana getirilmiştir. Ve bu hal de asrın tazyikat ve tasallutlarına karşı koyabilecek bir ilmi zaruret haline getirmiştir.
Zira Bediüzzaman Hz.de “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ben dünyaya isbat edeceğim.” diyerek bu asırda her şeyini İslam’ın yayılması uğruna feda edip Risale-i Nurları neşretmiştir.
Asrımız âlimlerinden (Hafız Ethem Güler) birisi şöyle der: Eskiden hocalarımızdan işittiğimiz; “Bütün müminlerin imanı terazinin bir gözüne konsa, Ebubekir’in ki de bir gözüne konsa, Ebubekir’in imanı ağır gelir.” denildiği gibi ben derim ki; “Bir asırdan beri bütün din âlimlerinin ilmi terazinin bir gözüne konsa, Bediüzzaman’ın ki de bir gözüne konsa Bediüzzaman’ın ki ağır gelecek. Bu zata Cenab-ı Hakk öyle bir ilim ihsan etmiş ki; çalışmakla, tahsille elde edilmez. İhsan-ı İlahidir. Böyle harkulade bir zekâ ender görünür.”
Nasıl ki ariflerden biri demiş; “Cihana çok nebiler geldi, ama Resül-i Ekrem başka.” Bende diyorum “Cihana çok veliler geldi, ama Bediüzzaman başka.”
“Malumdur ki herhangi bir şeyde ifrat da zararlıdır, tefrid de. Bu durum endişe verici değil mi?” diye soran bir âlime, Muhterem Kırkıncı Hocamız şöyle cevap verir. “Efendim Üstadımız her şeyin ölçüsünü Risale-i Nur’da vermiş. Allah’a muhabbetin, Peygambere muhabbetin, Sahabeye muhabbetin, evliyaya muhabbetin ölçülerini anlatmış. Bizim Üstad’ı sevmemiz ve O’na muhabbet beslememiz de, başta Allah ve Peygamber sevgisini kalplerimize yerleştirmesinden dolayıdır.”
Akılları ikna, kalpleri tatmin, nefisleri de ilzam edecek bu ilmi usul, günümüzde Bediüzzaman hazretlerinin lisanından zuhur eden Risale-i Nurlar iledir. Çünkü hal-i âlemdeki insanlarımızın şüphe ve tereddütlerini eski izah ve isbat üsluplarıyla ikna edemeyiz. Bu hakikati bizzat Üstad hazretleri şöyle ifade buyurur:
“Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı imâni sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has müminlere ve fertlere hitab ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar.
Risale-i Nur ise Kur’an’ın bir manevi mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut ve muhkem imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahakkukuna ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.” ( 1 )
Bediüzzaman Hazretleri, Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem’ın bir varisi olarak, tarikat berzahına girmeden, ilhamı doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim’den alarak, hayatı boyunca, kendisine verilen Kur’an ilmi ve iman hizmeti ile meşgul olmuştur.
Bu manayı Mehmet Akif’in dizeleri şöyle dile getirir;
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.
Nazillili Nakşî şeyhi, Hacı Ali Efendiye; “Bediüzzaman’ı tanıyor musunuz?” diye sorulunca: “Evladım! Biz makamımızın altındakilerin dercesini takdir edebiliriz. Makamımızın üzerindekileri ise derecelerini takdirden aciziz. Bizim kolumuz kısa olduğu için silsile tarikiyle seyr-ü sülük ediyoruz. Ben Mevlana Halid-i Bağdadi Hz. intisablıyım. Bediüzzaman’ın kolu o kadar uzun ki feyzini bizzat Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alıyor.” der.
Bediüzzaman Hazretleri; “Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır ve ona çalışmak gerekiyor.” buyurur ve hayatı boyunca iman ve tevhit hakikatlerini kalplerde yerleştirmek için büyük tahşidatlarda bulunup, bunun gereğini şöyle beyan eder:
“Bu günlerde manevi bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülasasını beyan edeyim.
Biri dedi;
“Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derecede hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler:
Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslamiyet’i içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’câzıyla o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” ( 2 )
İman ve Kur’an hakikatlerine hücûmların, ifsad ve bozmaların çoğaldığı şu helaket ve felaket asrında, Bediüzzaman Hazretleri; Marifetullah, Allah’a iman tabakalarını izah etmektedir. Çünkü iman nurani bir ağaç olduğundan amel-i salih meyvesi vermektedir.
İmanı olmayan veyahut gaflet veya isyan ile o imanı tesir etmeyen bir insana namazın farzından, adabından, helalden ve haramdan bahsedilmez. Bir müminin İslamiyet’i yaşamaması ibadete ait meseleleri bilmemekten ziyade imanın zafiyetinden ileri gelmektedir. Çünkü bütün güzel meziyetlerin kaynağı imandır.
İman insanın ubudiyetine terakki kazandırdıkça, bütün duygularına şekil ve ölçü de kazandırır. İstidatları inkişaf eder. Mesuliyet duygusu gelişir, şahsi hal ve hareketlerine şefkat, merhamet, istikamet, sadakat, gayret ve himmet; hâsılı İslam yerleşir. Yaşayan bir Müslüman olur.
İmanın ehemmiyetindendir ki; “Silsile-i nakşinin bir kahramanı ve bir güneşi olan İmâm-ı Rabbani, Mektubatında demiş ki; “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.” Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”(3)
Banaenaleyh, şu bir hakikattir ki tarikatlar vesilesiyle pek çok insan feyizlenip hidayete ermiştir. Bu yollarda nihayetsiz kutuplar, gavslar yetişip asırlarına rehber olmuşlardır. Fakat Bediüzzaman’ın tebliğ metodu tarikatlarla mukayese edilirse bazı noktaların nazara alınması gerekir. Evvelki zamanlarda teslimiyet kavi, itikatlar sağlamdı. İnsanlar bir âlimin, bir arifin sözüne tam manasıyla teslim oluyorlardı. Bir tesbihle, bir zikirle, bir menkıbeyle, bir kelamla kalplerinde feyiz ve bereket meydana gelebiliyordu. O zaman Kur’an’ın ahkâmları, hükümleri teslimiyet ile yaşanabiliyordu.
Eğitim müesseselerinin desteğiyle de yani medreseler, tekkeler ve zaviyeler vesilesiyle de fertler sefahetten ve dalaletten muhafaza oluyordu. İman ve imanın şubesi olan bütün güzel ahlaklar herkesin arzu ettiği manalarken; dalalet, şer ve tahripkâr cereyanlar herkesin nefret ettiği idi.
Önceki asırlarda âlim insanlara rağbet vardı. Bu hale karşı ehl-i dalalet ve sefahet İslamiyet’in şahs-ı manevisine, planlı programlı olarak imanına, irfanına, ahlakına hücum ettiler. Ve İslam toplumunda fertlerin bozulması için kalplere, akıllara şüphe ve tereddütlerle tazyikatta bulundular.
İşte bu hücumlara karşı da sadece tarikatle karşı koymak mümkün değildir. “Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibendî (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.”(4)
Madem hakikat budur; bu ahir zamanda akılları şüphelerden, kalpleri Allah’ı tanımamazlıktan, Allah’tan gafletten kurtaracak bir hizmet şekli gereklidir. İman hakikatlerini izah ve isbat etmek gerekli olduğu gibi kalplerin de Allah’a iman ve Allah’ı sevmek ile ihyası lazımdır. Risale-i Nurlar “yüz otuz parça eseriyle” İslam’da açılmak istenen tahribatı mümimlerin hayatlarından izale edip, hayatlarına istikamet-i tammeyi kazandırmayı amaçladığı gibi Risale-i Nur’un rahlesinde oturanlar, Nur’dan aldıkları imani ve ameli eğitim ile iffet, hayâ, istikamet, asayiş, güven ve emniyet insanı olarak toplumun huzurunu temin ettiler. Şahs-i manevinin merkezi olan iştirak-ı amal-i uhreviye düsturuyla iki dünya saadetine namzet olmayı hedef ittihaz ettiler.
Bu hususu Üstad Hazretleri şöyle beyan eder:
“Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mâl-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, hâlis, hakikî, müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.” ( 5 )
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, zamanın müceddidi ve asrın allamesidir. Eskiden arabi ilimlerle on, on beş yılda hakikate kapı açılabilirken, bu zamanda Risale-i Nur’lar ile bu ilimler bir yılda veriliyor. Böyle bir yola süluk etmek ve bu ilimleri tahsil etmek ehl-i aklın kârıdır.
Bu mevzuda Bitlis müftülerinden Cemal Efendi’ye; “Siz Bitlis’de müftüsünüz. Bediüzzaman Hz.lerini nasıl tanırsınız?” diye sorulduğunda şöyle buyurur;
“O da bizim gibi bir adam, ekmek yer, su içer.” Sonra durur ve devamında; “Bu gün dünyanın âlimlerinin toplansalar; ilimleri, Bediüzzaman’ın ilminin topuğuna ulaşamaz” der.
Ve yine Dağıstanlı Murad Efendi de Risale-i Nur’ları okuyalım mıi? diye soran talebelerine şöyle buyurur;
— Evladım siz bunları okuyunca anlıyor, haz alıyor musunuz?
— “Evet, hocam, bizim çok hoşumuza gidiyor,” deyince de;
— “Evladım, o halde okuyun. Zira bu eserlerden haz almak sadece ilim meselesi değil, aynı zamanda hidayet meselesidir.” der ve kendi hatırasını şöyle anlatır:
— Ben Dar’ül Mütehassisin’de müderrisken İstanbul’a şarktan bir Molla Said geldi. Ona Bediüzzaman deniliyor, diye duyduk. Birçok arkadaş ziyaretine gitti. Çok meşhurdu. Fakat ben tenezzül edip gitmedim. Ben, Osmanlı devletinin en yüksek dini mektebinde müderris idim. O ise, Şarktan gelmiş bir Molla. İlmi gururum buna mani oldu. Medreseler kapandı. Aradan yıllar geçti. Geçen senelerde bir dostum eski harflerle yazılmış teksir edilmiş bir kitap getirdi.
— “Bu nasıl bir kitap hocam, okur musunuz?” dedi. Bir yerinden açtım, okudum. Hayretler içinde kaldım. Başka bir bölümü açtım, bir diğer bölümü çevirdim, okudum. “Fesübhanallah bir beşer, böyle söz söyleyebilir mi? diye söylendim. “Kim yazmış acaba?” diye kaynağına baktım. “Bediüzzaman Said Nursi yazıyordu.” Hayret ettim. Asi ve mağrur nefsim hala bu sözleri, o küçümsediğim Molla Said’e vermek istemiyordu. Ama Heyhat! Nefsim istemese de eser onundu. Artık çar naçar nefsim ona teslim oldu.
— Şimdi ben onun aciz bir talebesiyim. Eskiden İmam-ı Gazali ve İmam- Rabbani gibi zatların eserlerini okurdum. Şimdi ise Üstadımın eserleri dışındaki eserler, artık müfekkiremi tatmin etmiyor.”
Hz. Ali Celcelütiyesinde, Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani meşhur kasidesinde; Üstad Hazretlerinin yapacağı iman ve Kur’an davasında, hizmetinde samiyeti ve ihlâsı ile onu taltif edip, yolunun şu keşmekeş insanlık için bir rehber olduğunu beyan etmişlerdir.
“Bir tek adam seninle imana gelse, sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlıdır.” Hadîs-i Şerifin sırrı ile Risale-i Nur’larimanı kazandırma ve kurtarma davası üstlendiği için; “Senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, “Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım” dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” (6) diyerek; Risale-i Nur talebeliğine sadakatin ölçüsünü, Üstad Hazretlerinin lül-ü cevher ifadelerinden beraber dinleyelin.
“Benimle gelen pişman olmaz, benimle gelen pişman olursa, ruz-i mahşerde sırtımın yükü olsun. An şart ki bu davaya karşı sebat ve sadakatini bozmasın.”
Risale-i Nur Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir. “Tefsir iki kısımdır. Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler.
İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid filozofları susturan bir mânevî tefsirdir.” ( 7 )
Mehmet Kırkıncı Hocamızın ilk hocası olan Mustafa Necati Efendi, Bediüzzaman’ı çok takdir eder, sohbetlerinde onu her zaman hürmetle yâd eder, zekâsının deha dercesinde olduğunu söylerdi.
Muhterem Kırkıncı Hocamız, İşarat-ül İcaz’dan Mustafa Necati Efendinin izahlarda bulunup şöyle dediğini ifade eder: “Bu, Kur’an’ın icaz ve i’cazını çok beliğ ve bedi bir üslupla beyan eden harika bir eserdir. Bediüzzaman bu eserinde, Kelam-ı İlahi’nin şimdiye kader keşfedilmemiş definelerinden birçok esrarı keşfetmiş ve Kur’an’ın belağat ve fesahatını izah sadedinde yepyeni bir mecra açmıştır. Böylece, ehl-i ilme bir hazine, bir menba-ı hakaik, bir servet bahşetmiştir.”Ve Mısır uleması da İşarat-ül İ’caz tefsiri hakkında “1400 seneden beri Kur’an’a böyle bir tefsir yapılmamıştır.” derler.
Risale-i Nur’lar;
- Zerreden güneşe kadar imanın mertebelerini,
- Vahdaniyet-i ilahiyeyi, nübüvvet hakikatlerini,
- Ve insanın “Ben neyim, nereden geliyorum, nereye gideceğim, vazifem nedir, bu mevcudat nereden gelip, nereye gidiyor, varlık âleminin mahiyeti nedir” suallerini,
- Allah’ın isim ve sıfatlarının tezahürlerini,
- Melaikenin varlığını,
- Akıl buna yol bulamaz denilen, haşrin isbatını, ruhun bekasını,
- Kadere imanın isbat ve delillerini,
- İçtihat meselesini, sahabe-i güzin hazeratlarının ahvallerini,
- Kur’an’ın tarifi ve mucizeliğini,
- Namazın beş vakte hikmet-i tahsisini,
- Miracın hakikati, hikmeti, neticesi ve meyvelerini,
- Sünnet-i seniyyenin mertebelerini,
- Şeytandan istiazeyi, mevtin asli mahiyetini,
- Cennetin isbat ve müjdesini, cehennemin varlığını,
- Müminin şiarı olan ihlâs ve uhuvvet düsturlarını,
- Hanımların fıtratlarının ayrılmaz bir gereği olan tesettür hakikatini,
Daha birçok imani ve ilmi mevzuyu açık ve vazıh bir şekilde ve “Eğer desen” ifadeleriyle akla gelen ve gelebilecek ve gelmeyen bütün imani meseleleri en kat’i delilerle ve bürhanlarla isbat ediyor.
Risale-i Nur’a birkaç cihetle nazar edilirse, onda şu hakikatlerin cem olduğu görülecektir.
Risale-i Nur’ların mütefennin ve mütefekkir kişiler tarafından takdir edilmesinin en önemli sebeplerinden birisi; beliğ, bedi, iblisi dahi iskat ve ilzam eden kuvvetli bir fikir gücüne sahip olmasıdır. Bu kısımda Risale-i Nur’ların fikir gücü;
—Delil gücünden,
—Kuvvet-i kudsiye itibariyle güçlü olmasından,
—Menba ve mehaz itibariyle güçlü olmasından,
—Mevzu, maksad ve gayesi itibariyle güçlü olmasındandır.
Muhatabın idrak ve anlayışına delillerle, hüccetlerle hakikatleri izah ve isbat etmesidir. Risale-i Nurlardaki temsilat ve izahlar ile en uzak hakikatler akla yakınlaştırılır, bedihileştirilir. Delillerin kuvveti ile hakikatin izahı yapılırken fikre, hayale, kalbe derinlik ve ufuk kazandırılır. Gönülde huzur ve itminan-ı kalbi temin eder.
Değerli mütefekkir, şair ve gönül adamı Ali Ulvi Kurucu Risale-i Nuru ilk görüp kısaca tatkik ettiğinde; “Kitabın müstesna fikirlerle dolu, imani İslam’i anlayışa yepyeni bir canlılık katan bir eser olduğunu anldığını” ve bu eserin müellifi içinde “Mutlaka İlahi teyide mazhar oluyordu ki, yazdıkları yanan bir gönülden çıktığı için okuyan insanların da gönlünü yakıyordu.”
Risale-i Nurlardaki fikir gücü kalpteki şüphe ve vesveseleri, zihinlerdeki fikir zulmetini izale eder. Öyle bir hitabet sunar ki; okuyanın, dinleyenin rengi değişir, fikri değişir, aklı değişir, nurlanır. Fikriyle, haktan ayrılmış, hakikatten uzaklaşmış ve tefessüh etmiş kalp ve vicdanları ise butlanlarında mahkûm eder, tahkir eder.
Risale-i Nurlar kâinat kuvvetinde bir delili bazen bir cümle içerisinde nazara verir. Mesela “Bir iğne ustasız olmaz, bir köy muhtarsız olmaz.” İfadeleriyle kâinatta yaratılan her bir varlığın sahibinin olacağını, hiçbir eserin ustasız olmayacağını ve sahibinin kudret, azamet ve hâkimiyetini kuvvetli bir muhakeme ile akla kabul ettirir.
Tedai-yi efkâr ile de iman hakikatlerini akıl ve fikir tezgâhında öyle maharetli bir üslupla beyan eder ki, “Küçük Sözler” kitabındaki muvazeneler buna çok güzel bir misal olabilir.
“İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulundugunu anlamak istersen; su temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit iki adam, hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler.
Biri hodbin, tali’siz bir tarafa; digeri Hudabin, bahtiyar diger tarafa sülûk eder, giderler. Hodbin adam, hem hodgâm, hem hodendis, hem bedbîn oldugundan bedbînlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete
düser. Bakar ki: Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdigi yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan baska çare bulamaz. Çünki herkes ona düsman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi, müdhis cenazeleri ve me’yusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır. Digeri Hüdabîn, Hüdaperest ve Hakendis, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında pek güzel bir memlekete düstü. İşte bu iyi adam, girdigi memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehr-âyin, bir cezbe ve nes’e içinde zikirhaneler; herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenligi görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurane ahz-ı asker için bir davul, bir musikî sesi isitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder. Sonra döner, öteki adama rastgelir. Halini anlar. Ona der: “Yahu sen divane olmussun. Batnındaki çirkinlikler, zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisatı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını basına al, kalbini temizle. Tâ, su musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikatı görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müsfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemalât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdigi surette olamaz.” Sonra o bedbahtın aklı basına gelir, nedamet eder. “Evet, ben isretten divane olmustum. Allah senden razı olsun ki, Cehennemî bir haletten beni kurtardın.” der.”
Risale-i Nur’lar Cenab-ı Hakkın vazifelendirdiği, manevi tasarrufat-ı azim olan bir zatın dehasına istinad ettiğinden dolayı güçlüdür, kuvvetlidir. Risale-i Nur’ların telifi de bize isbat ediyor ki; bu eserler ilhamat ve vehbi bir ilim mahsülüdür.
Mesela 28. Söz Üstadın beyanatıyla; sekiz sene kemal-i sadakatle kendisine hizmet eden Süleyman Ağabeyin bahçesinde bir veya iki saat zarfında yazdırılması ve 19. Mektup’un da “Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sayfadan fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte telif edilmesi, harika bir vakıadır.”
Büyük ulemalardam (Ebu’l- Hasen en – Nedvi) Bediüzzaman ve tefsiri hakkında; “Bizim telifimiz hakiki telif değil. Milyonluk kütüphanelerin içinde otururuz, bir mevzu yazacağımız zaman, o kitaptan çekeriz, yazarız, ondan çeker yazarız, bir kitap meydana gelir. Hâlbuki Bediüzzaman’ın Kütüphanesi dağ ve derelerdir. Asıl telif odur. O, bütün müelliflerin, bütün hocaların üstadıdır, şeyhidir.”
Risale-i Nur’ların telifi ve bütün yurt çapında talebelerinin medrese-i nuriyeyi teşkil etmesi harkuladedir. Bu husus Ömer Nasuhi Bilmen Hazretlerine sual edilince şöyle ifade eder; “…biz müellifiz. Bir mevzuu araştırır, o husustaki bilgileri toplar, bir nizam içinde düzenler, yazarız. Fakat Bediüzzaman böyle değildir. O, ilhama mazhardır. Onun kulağına yukarıdan fısıldayan var.”
Bundan dolayı; Risale-i Nur’larda hem muallimlik, hem mürebbilik vasfı vardır. Bir taraftan iman hakikatlerini ders verirken, diğer taraftan ruh ve kalbi terbiyeyle iç âlemi düzeltir. Nefsi tezkiye eder, ahlaka ulviyet kazandırır. Risale-i Nur manevi kopmaz bir zincirdir, ona elini uzatan necat bulur.
Risale-i Nur menba ve mehaz itibariyle Kur’an-ı Kerim’e istinad ettiğinden, Kur’an bahrinden feyzini alıp insanlığa sunduğu için güçlüdür.
“Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’ân’ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’ân izin verir.” ( 8 )
Risale-i Nur’un mevzuu, maksat ve gayesi Kur’an’ın hayattar unsurları hükmünde olan iman hakikatlerini ihtiva ettiği için güçlüdür. Zira Risale-i Nur’lar Allah’ın varlığından, birliğinden, isim ve sıfatlarından, ilim ve kudretinden, şehadet âleminin ve ahiret âleminin derin meselelerinden kalp ve akla ince sırlar açan bir definedir. İnsanın duygu ve düşüncelerini ve bütün latifelerini cuş-u huruşa getirip her kalbi de kabiliyeti nisbetinde feyizlendirerek ilahi esrara kavuşturur.
Evet, Risale-i Nur’larda hakikatler her yönüyle mükemmel bir şekilde izah edilmiştir ki; ne Endülüs Hükemasının ne Maveraünnehir ulemasının ve ne de Irak mutasavvıflarının eserinde rastlanmıştır.
Risale-i Nur kâinatı nazar-ı mütalaamıza serer, bir kitap gibi okur ve okutur. İnsanın bir mektubat-ı rabbaniye ve ebede namzet olduğunu ve bunun için yaratıldığını anlatır. Risale-i Nur, talebelerinin ruhuna; hakiki mahbub, hakiki matlup, hakiki maksut, hakiki mabut yalnız Cenab-ı Hakk olduğunu ders verir. Davayı öğretir, sevdayı öğretir, insanın hakiki meşgale ve maksadını ona talim ettirir.
Hakiki dostun Allah olduğunu, O dost ise herkes dosttur düsturunu, nefsin de düşman olduğunu ve daha bunun gibi birçok hakikat ile insanı irfan semasına yükseltir.
“Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise herşey dosttur.
Yârân istersen Kur’ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.
Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket bulur.
Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider.
Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.”(9)
Risale-i Nur üslubunda, israftan ve tekellüften şiddetle kaçınıldığı gibi sade ve fıtri bir uslub ile muhataplarına hitab ediyor. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”
Teşvik ve terğib gereken hakikatlerde o makama münasip bir üslubun; ihtar ve içtinap gereken hallerde de ona münasip bir uslubun ihtiyar edilmesi de Risale-i Nur’un letafetli, garip, bedi olan beyan tarzıdır.
“Zalimler için yaşasın cehennem!” ve “Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu Cehennem temizler.”
Çünkü “Abdülvedüd Çelebi’nin de izah ettiği gibi; küfre karşı iman gücü, batıla karşı iman gücü, hurafelere karşı iman gücü, ölüme ve tehdidlere karşı kahramanlık gücü…” ihtiva etmektedir.
Risale-i Nur’un bu uslubunun gönüllerde meydana getirdiği güzel ahlaka ve ümide teşvik ile insanlarda kâmil bir iman; ibadete güzel, hoş, ciddi bir iştiyak ve şevk; toplumda asayiş, huzur ve emniyet ve ruhlara taze bir hayat nesiminin esintisini hissettirir.
Risale-i Nur akla ölçü ve hayata rehber olan Kur’ani düsturları öğretir. Mesela; gaye ve vasıtayı birbirinden ayırır. Gayenin rıza-ı ilahi ve ihlâs ile çalışmak olduğunu bildirir. Sair dünyevi işlerin ise bir vesile, bir vasıta olduğunu öğretir. Neyin okunup okunmayacağını bildirerek malayani şeylerle meşgul ettirmez. Helal ve haram dairesinin sınırlarını bildirerek göze, kulağa, akla istikamet getirir. Nefsin terbiyesine ve kalbin tatminine dikkati çekerek itidal kazandırır.
İbadet ve fıtri dünyevi işlerin birlikte nasıl yürütülebileceğini öğretir. Öyle ki bir hanım sabahleyin abdest alsa verasında iki rek’at namaz kılsa, günaha girmediği müddetçe evinde akşama kadar yaptığı bütün işleri ibadet sevabı kazandırır. Bir baba, günaha girmeden ve asli ibadetlerini terk etmeden çocuklarına helal rızık kazanmak için çalışsa, onun dünyevi fiilleri ibadet hükmüne geçer.
Bundan dolayıdır ki: “Hem namaz kılanın diger mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.” buyuruyor Üstad Hazretleri.
“Sıkıntı, sefahetin muallimidir. Ye’s, dalalet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba’ıdır.
“Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.”
“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Feraiz-i İlahiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez.”
“Nefsini ıslah etmeyen, baskasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım.”
“Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur’ân’dır.
Yaratılış gayemizin; Allah’ı bilmek, tanımak ve sevmek olduğunu, Efendimiz (s.a.v)’ın sevgisinin kalplerde kaim olmasını ve sünnet-i seniyyeye ittibanın; ömür sermayesinin önemini ve vaktin kıymetini, zira yakutlar vakitlerle satın alınabilir, ama vakitler yakutlarla satın alınamaz.
Anne – babaya hürmetin, talebe – hoca arasındaki ciddiyetin, hanımla efendisi arasındaki muhabbet ve itaatin tesisine çalışır; Risale-i Nur.
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim, lâkin göçmüşcümle kervan bîhaber.
Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,
Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.
İsm-i Rahim ve Hâkim’e mazhar Risale-i Nur’ların en birinci talebeleri şefkat kahramanı olan hanımlar taifesidir.
Bediüzzaman Said Nursi Hz. buyuruyor:
“Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alakadardırlar. Ve lillahilhamd bu fıtri alakadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakiki bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden şimdi bu zamanda pek çok ehemiyeti var.”(10)
Risale-i Nur talebeleri Cenab-ı Hakk’ın rızasını gaye edinerek aşk ve şevk ile bu davayı omuzlayıp, bela ve musibetlere karşı paratoner gibi olup, dolu ve fırtınanın kendi başına, yağmur ve rahmetin ise körpe ve neşv-ü nemaya müsait ova ve bağlara sevkine gayret gösterir. Ta ki güller ve gülistanlar açılsın, âlem devr-i nur ve devr-i saadete erişsin.
Asrımızın aydınlarından Elmalılı Hamdi YAZIR, Alvarlı Hace Muhammet Lütfi Efendi ve Necip Fazıl Kısakürek’in Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nur ve müellifi Bediüzzaman hakkındaki görüşleri;
Elmalılı Hamdi YAZIR diyor ki;
“Risâle-i Nur eserleri, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriften ilham alınarak, bir takım esrar-ı ilmiye ve hikemiyenin izahları yapılmış, küçük ve büyük insan kitlelerini gafletten ikaz, fikrî ve şehevanî dalâletten, su-i i’tikad ve su-i ahlâk girivelerinden kurtarmak, vatandaşları İslâmî itikad ve ibadetlerin ifasına, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyeye ittibaa teşvik ve tergip eden ifadelerden ibarettir.
Bediüzzaman berrak sular gibi temiz bir vicdana, çok güzel bir ruha sahip bir zat idi. İstanbul’un âlimlerinin gözü öyle bir âlim görmemiştir.”
Alvarlı Hace Muhammet Lütfi Efendiden; Bediüzzaman’ın talebelerinden Salih Özcan anlatıyor; “Erzurum’a gidiş tarihimi kat’i hatırlamıyorum. Üstad Emirdağında idi. Yanına gittim. Erzurum’a gideceğimi söyledim. O da “Mehmet Alvarlı’ya benden selam söyleyin. Bana dua etsin. Ben onu duama aldım, dua ediyorum.” dedi.
Yanımda askerlik yapan Mehmed diye bir er ile Kasımpaşa Cami’nin müezzini Hafız Mehmet ile birlikte gittik. Beni tanıttılar. Kulağı ağır duyuyordu. Kulağına eğilerek; “Üstadın selamı var, bana dua etsin diyor.” dedim. Efe Hazretleri yaşlı ve hasta olmasına rağmen birden bire doğruldu; “Bediüzzaman bizim medar-ı iftiharımızdır. Biz onun duacısıyız. O da bize dua etsin.” dedi.”
Necip Fazıl KISAKÜREK diyor ki;
“Tesiri yakıcı ve telkini işleyici bir zat olan Bediüzzaman, kendi yaşında bulunanların ve neslinden olanların uyuşukluğu içinde bir kimse değildir. Gördüğünü yakıyor. Ne güzel vasıf… Elini uzattığını bağlıyor ve dairesini genişletiyor. Gerçek mücadele ve mücahede karakterine sahip olan bu zatın gittikçe yayılan fikirleri de elbette boşa gitmeyeceği için, son demlerinin büyük bir kısmını zindanda ve hiç değilse, göz hapsinde geçiriyor.
Merhum İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif, Bediüzzaman için şöyle der: “Bediüzzaman’ın konuştuğu yerde bize ancak sükût düşer.” Ve diğer bir rivayette; “Dar-ül Hikmette iken, Bediüzzaman söze başladığında biz hayran hayran onu dinlerdik.” demiştir.
Bu deryayı anlatmaya bizim kalemimiz kifayet etmez. O ummandan birkaç katre göstermekle iktifa edeceğiz.
Azametli, bahtsız bir kıt’anın; şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.
Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.
Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.
Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi’ değil. Nakıştır, nakkaş değil. Kabildir, fâil değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.
Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil; Cehennem dahi lüzumsuz değil.
İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir.
Lezâiz çağırdıkça, “Sanki yedim” demeli. “Sanki yedim”i düstur yapan Sanki yedim namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.
Cennet olmazsa, Cehennem tâzip etmez.
Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rümuzu tavazzuh ediyor. Nur, nar göründüğü gibi, bazan şiddet-i belâgat dahi mübalâğa görünür.
İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapatan yalnız kendine gece yapar.
Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek sair dinlerin tabileri cemaatlerle İslam’a girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslam’a dehalet edecekler.
( 1 ) Sikke-i Tasdik-i Gaybi sy 188
( 2 ) Kastamonu Lahikası Envar syf 30
( 3 ) Mektubat syf 22
( 4 ) Mektubat syf 23
( 5 ) Kastamonu Lahikası envar syf 96
( 6 ) Kastamonu Lahikası envar syf 83
( 7 ) Şualar syf 518
(8) Şualar Birinci Şua
(9) Mektubat 23. Mektup
(10) Lemalar 24. Lema