Salih Amel

SALİH AMEL

Cenab-ı Hakk (c.c.) Ayet-i Kerimede buyuruyor;

وَبَشِّر الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتُ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الأَنْهَارُ 

 “İmân edip salih ameller işleyenleri ise müjdele; kendileri için altından ırmaklar akan cennetler var.” ( 1 )

İmân eden kadın, erkek bütün Müslümanlara imânın gereği olarak bir olan Allah’a ubudiyet yaraşır. İmânın verasındaki ubudiyet ise amel-i salihadır.

Salih; aslında iyi, aklen ve naklen dosdoğru, hayırlı manasında vasıf olup; amel-i salih ise hasenelerle insan fıtratına uygun, Allah’ın istediği gibi hal ve hareket etme ve günahlardan içtinab etme halidir.

Ayet-i kerimede zikredildiği üzere altından ırmaklar akan cennetler müjdesi; imân edip salih amel işleyenler içindir. Demek Kur’an-ı Hâkimin nazarında imân ile amel-i saliha arasında ayrılmaz bir münasebet ve birbirinin hakikatini kuvvetlendiren bir rabıta vardır.

İmân, mukaddes ve muazzam bir fazilet menbaı, vicdanın ziyası ve fikrin meşalesidir. O, öyle bir nur ve bir saadettir ki, ruh ancak onunla tatmin olur ve huzur bulur. Öyle bir kuvvettir ki, insan o kuvvetle her musibete ve her elim hadiseye karşı dayanabilir.

“İmân hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir.”

İmân insanı Cenab-ı Hakka intisap ettiren, onu kul olmanın şerefine erdiren ve rızasına ulaştıran mukaddes bir rabıtadır. İmân mahalli ise kalptir. Ve Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beyanatıyla;

“Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o salih yani iyi ve düzgün olursa bütün vücut salih yani iyi ve düzgün olur. O bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, et parçası kalptir.”

Bediüzzaman Hazretleri de: “İmâna ait bilgilerden sonra en lazım ve en mühim amal-i salihadır. Amal-i Saliha ise emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.” buyuruyor.

İmânın tacı amel-i saliha yerine getirilmeden kalbin selametinden, temizliğinden, paklığından bahsedemeyiz. Nasıl ki dünyada bedensiz ruhun kaim olması düşünülemez. Salih amelsiz de kâmil bir imândan bahsedilemez.

Üstadımız buyuruyor ki;

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlarınız, feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”

Dünyadaki nimetleri temaşa ve tefekkür ederek ibret nazarıyla bakan akıl ve gözün kıymetine paha biçilemez. Çünkü dünyanın fani, geçici; nimetlerinin de zail ama uhrevi semerata hamil olduğunu bilir. Öyleyse insan; ebedi cennet nimetlerine namzet olduğunun şuuruyla hareket edip, imân-ı kâmil ve amel-i salih erbabı olarak dünyasını ve ukbasını mamur etmelidir. Çünkü dünyada huzur ve saadetle yaşamak, ahirette de sonsuz nimetlere nail olmak amel-i salih ile mümkündür.

Amelin salih olmasının en önemli şartı ihlâstır. Yani o işten, o ibadetten, o hayırdan sadece Allah rızasının beklenmesi, başka bir gaye gözetilmemesidir. Salih amelin ruhu ihlâstır. İhlâs; “Biz ile rabbimiz arasında bir sır olup melek ona muttali olamaz ki, onu amel defterine kaydetsin. Şeytan ona muttali olamaz ki, onu ifsad etsin. Heva giremez ki meyillendirsin. Bunlar Cenab-ı Hakk’a taatte ancak Hakkı isteyip, Haktan başka bir şeyi kast etmemekle olur.”

Cenab-ı Hakk Ayet-i Kerimede buyuruyor; اَلَا لِلّٰهِ الدِّينُ الْخَالِصُ  “O halde Allah için olan dinine ihlâslı olarak ibadet et.”

Efendimiz(asv) bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor;

هَلَكَ النَّاسُ اِلَّا الْعَالِمُنَ وَهَلَكَ الْعَالِمُنَ اِلَّا الْعَامِلُنَ وَهَلَكَ الْعَامِلُنَ اِلَّا الْمُخْلِصُونَ  وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ

“İnsanlar helâk oldu; âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu; ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu; ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir korku üzerindedirler.”

Dünyada iki gram altın için iki ton toprak elenir. Yine de gayrı madenlerden arındırmadıkça ona saf altın denilmez. Halis olmayan hissiyatlardan arınmadıkça da amele, salih amel denilmez. Çok amel değil, ihlâslı ve devamlı olan amel lazımdır.

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyuruyor ki; اَحَبُّ الْأَعْمَالِ إِلَى اللهِ تَعَالَ أَدْوَمُهَا وَاِنْ قَلَّ “Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa onların en devamlı olanıdır.”

Üstad Hazretleri de: “Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.” buyurarak bu hakikati teyit etmektedir.

Salih amel; Cenab-ı Hakkın istediği ve razı olduğu gibi olmaktır. Onun sıbgasıyla sıbgalanmak, onun rengiyle renklenmek, onun ayinesi olmaktır.

O yüz; her hattı tevhid kaleminden bir satır,

O yüz ki; göz deyince Allah’ı hatırlatır.

Nefs-i emmareden, his, heves ve süfli hissiyatlardan âri, ab-ı hayat sütü gibi halis, katıksız ameldir; salih amel.

Allah’ın rızasını, Kur’an’ın hitabını, rasulullahın hayat tarzını, ölçüsünü hayata tatbik etmektir salih amel.

Salih amel; emn-ü eman, salât, adalet, takva, hilm, tevekkül, sabır, istikamet ve güzel ahlakın cemisidir.

وَ عَدَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ  لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ

 “O her amele habir olan Allah, imân edip, taharet-ü salât, adl-ü takva gibi salih ameller yapan ve akitlerini ifa eden kimselere şöyle vaad etti; Onlara hem mağfiret hem de ecr-i azim vardır.” ( 2 )

AİLEDE SALİH AMEL

Tin suresi 4,5,6,7. Ayetler

“Doğrusu biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına döndürdük. Yalnız imân edip salih ameller işleyenler hariç. Onlara kesintisiz mükafat vardır. Öyleyse bundan sonra hangi şey sana dinini yalanlatabilir? Allah hakimler hakimi değil mi?”

Ahsen-i takvim; insanın en güzel mahiyette ve surette yaratılması demektir. İnsan hem beden hem de ruh bakımından en mükemmeldir, varlıkların en güzelidir. Beden güzelliği her a’zânın vücudunda en münasip yere konulması ve bu âlemde insana benzeyen başka bir varlığın bulunmamasıdır. Ruhen ahsen-i takvim olması ise; nice değerli hislerin, duyguların ve latifelerin onda mevcut olması iledir.

Bunun içindir ki Üstad hazretleri;

“İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?”

Şüphe yok ki, güzelliği yalnız cisimde ve maddi şekil ve kıyafette arayan hata etmiş olur. Zira şairleri, edipleri dile getiren hüsün, yalnızca topraklara gömülmeye mahkûm maddi bir sûret değil, gönüllerde esintisi sezilen bir manadır. İnsan fıtratının kıvamı ve namzet olduğu kemalat onun sureti ile değil siretindeki mana iledir. Bunun içindir ki hüsnü sûret değil hüsnü siret nazara alınarak bir aile kaim olur.

Nitekim Üstad Hazretleri Risale-i Nurlarda:

“Rahmet-i ilahiyenin en munis, latif bir hediyesi olduğu cihetiyle refika-yı hayatını sev ve muhabbet er” buyuruyor ve devamında “Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini baglama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymetdar ve en şirin cemali ise; ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemal-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaîfe, latife mahlûkun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa hüsn-ü suretin zevaliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda bîçare hakkını kaybeder.”  diyerek Kur’an-ı Kerim’de beyan buyrulan; “İmân edip salih ameller işleyenler” sırrına yaraşır ve Allah’ın rızasına uyarak, ahiret için hayırlı semereler verirler. Bu salih amelleri işleyen kişiler öyle güzel mertebelere çıkarlar ki maddi sûretleri zayi olsa da, o imân ve amellerinin semerelerini bitmez ve tükenmez ebedi cennet ile hüsnü hatimeye çevirirler.

Refika-i hayata meşru dairesinde samimi muhabbet, onu günahlardan muhafaza edeceği gibi, ahirette de Cenab-ı Hak, o refika-i hayatı, hurilerden daha güzel, daha zînetli ve ebedi bir arkadaş olarak vereceğini va’detmiştir. Elbette va’dettiği şeyi kat’î verecektir.

Aile hayatında salih amelin önemini, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm hadis-i şeriflerinde şöyle beyan ediyor:  “Kişinin sahip olduğu en kıymetli hazineyi size haber vereyim mi? Saliha kadındır ki yüzüne bakarsan seni sevindirir, emredersen itaat eder, yanında olmadığı zaman kocasının haklarını korur.”

Sahabe-i Kiramdan birisi Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına gelerek hanımının kendisini güler yüzle karşıladığını, güzel sözler söylediğini anlatınca, Efendimiz  “Hanımına selam söyle; kendisinin yarı şehit sevabına kavuştuğunu haber ver.”

Bir diğer hadis-i şeriflerinde de; “Dünyanın hepsi metadır. Dünya metalarının hayırlısı; Saliha bir hanımdır.” buyuruyor.

Aile hayatında saliha hanım; “Beş vakit namazını kılar, yılda bir ay oruç tutar, eşine şer’i şartlarda itaat ederse, ona ahirette dilediğin kapıdan cennetime gir.” diye hitab edilir.

Saliha hanım; kocasının hakkına riayet eder, hukukunu zayi etmez; hürmet gösterir, aile bağlarını ve gönül bağlarını korur.

Saliha hanım odur ki; efendisini hürmetle karşılasın ve ona sabırla muamele etsin. Kendisini namahremden muhafaza ederek hakiki hürriyetine kavuşsun. Ve böylece kocasının emanetini koruyarak, onun bütün meşru isteklerini Kur’an ve sünnet ışığında muhabbetle yerine getirsin.

Salih koca da odur ki; ailesine yediğinden yedirsin, giyindiğinden giydirsin, hüsnü hatime için hanımının hüsnü siretine muhabbet etsin. Ve kendisine tevdi edilen gönül sultanını muhafaza etsin.

Saliha hanım bilir ki; ailenin mutluluğu süste ve bezekte değil, şefkatte ve hüsnü ahlaktadır.

Üstad hazretleri aile hayatının tesisinde eşlerin mütedeyyin, salih amelli olması gerektiğini şöyle beyan eder;

“Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur.

 Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadeti dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır.

 Bedbahttır o adam ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba eder; vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder.

Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklid eder.

Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.”

Elhasıl; Allah ahkamül hâkimindir. Hâkimlerin hâkimi, hükümdarların hükümdarıdır. Hiç şüphe yok ki, insanı ahsen-i takvim ile yaratan Allah, O’nun dinin yaşayacak, imân edip, sıdk-ı hulus ile salih ameller yapan müminlere ecir ve mükâfat verecektir. Bunun için aile hayatında da O’nun dini ile mütedeyyin olmalı, O’na imân edip, Allah’ın kullarına karşı adalet ve salih ameller ile tükenmez ecre ulaşılmalıdır.

GENÇLİKTE SALİH AMEL

Allah’ın rızasına muvafık hareket yapmak, iyi ve faideli ameller işlemek ve menhiyattan sakınmak amel-i salih mefhumu içindedir.

Zenginin salih ameli malından infak etmek ise, hocanın da talebesine hilm ve sabırla muamelesidir salih amel. Kadının iffetini koruması; ahlak abidesi olmak ise, gencin de Allah’tan korkarak ve O’na kurbiyet dileyerek yaklaşmasıdır salih amel.

Evet, insanda güzel seciyelerin yerleşmesi ve neşv-ü nema bulması ancak gençlik çağında olur. Gencin önünde ebede açılan sonsuz bir kapı duruyor. Onu temin ve takviye ise aklını, kalbini, azmini, cehdini imân nuru ve amel-i salih ile ziyalandırmasına bağlıdır.

Genç öyle bir saadete talip olmalı ki, hiçbir keder onu takip etmesin. Hüzne, kedere, ızdıraba düşürecek her türlü sefahet ve süfli duygulardan azade olarak ebede namzet olsun. Güneş misüllü, âlem ondan istifade ve istifaza etsin. “Rahmetim gadabımdan ziyadedir.” buyuran Cenab-ı Hakk’ın rızalığına gönlünü kaptırsın da; onun vaad ettiği, “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de kalbi beşere hutur etmiş.” diye vasıflandırılan cennetine aday olsun.

Allah’a kurbiyet, Allah korkusunu kalpte tam manasıyla yerleştirmekle olur. Hikmetin başı olan Allah korkusu; tazim ve sevgi neticesi olan saygı manasında bir korkudur. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Uhrevi mükâfat ve cezayı düşündüren de Allah korkusudur. Bu dünyanın nizamı Allah korkusundandır. Cenab-ı Hakk kendisinden korkanı sever ve korkutmaz.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadis-i şeriflerinde;

“Allah korkusundan ağlayan göze cehennem ateşi dokunmaz.” buyurmuştur. Allah’tan korkanın ahiretteki yeri cennettir. İmânı kemala eren bir mümin Allah’tan korkmaktan lezzet alır.

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda şöyle buyurmuştur;

“Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Hâlbuki bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır. Demek havfullahta azîm bir lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur.”

Haşyet-i İlahiyenin kalplerde tecellisinin, tasavvurun fevkinde bir ulviyeti vardır. Hele hele bir gençte bu öyle bir lutuftur ki, onu isyandan, dalaletten muhafaza eder. Ve gencin iki dünya saadeti buna bağlıdır. Çünkü namus, iffet, haysiyet ve şerefin elbisesi Allah korkusudur. Bir kalpten Allah korkusu silinirse, artık o insanda bir takım ulvi hasletlerden bahsedilemez.

Bu konuda merhum Mehmet Akif ne güzel demiş;

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır.

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan’ın

    Ne ahlakın kalır tesiri katiyen ne de vicdanın.

 

    Gençler, iffetsizlikten, hayâsızlıktan, dalaletten ve kendisini iki cihanda nadim edecek nice afetlerden Allah korkusu ile kurtulabilir.

“İffet abidesi bir genç, gece yarısı, mum ışığı altında dersini çalışırken, kapısı çalınır. Kapıyı açan talebe karşısında genç bir kız olduğunu görür. Bu kız, yolunu kaybettiğini ve etrafta başka bir ışık göremediği için onun kapısını çalmaya mecbur kaldığını söyler. Genç talebe gece karanlığına, sokağın soğuğuna terk edemeyeceği genç kızı, mecburan evine misafir eder. Ona münasip bir yer gösterdikten sonra dersini çalışmaya devam eder. Hayâ ve edeple, dersini çalışan talebeyi izleyen kız, talebenin haline taacup eder. Çünkü bu genç, arada parmağını önünde yanan mumun alevine tutmakta ve bir müddet bekledikten sonra geri çekmektedir. Bu hal sabaha kadar böylece devam eder. Gün doğduktan sonra genç kız oradan ayrılır. Halkın yardımıyla evine döner. Bu ev vezirin evidir. Saray halkı vezirin kızına, geceyi nerede ve nasıl geçirdiğini sorunca; karanlıkta evini bulamadığı için bir yere sığındığını ve evdeki talebenin hayrete mucip halini anlatır. Vezir, kızına yardım eden o genci sarayına davet eder ve niçin elini yanan mumun üzerine tuttuğunu ve elinin yanmasına sebep olduğunu sorar.

Bu salih amelli talebe ise; kapımı çalan bir misafiri dışarıda bırakamazdım, bu sebeple onu evime aldım. Nefsimin desiselerine karşı koyabilmek için de, mumun bana cehennemi hatırlatan alevi üzerine arasıra elimi koydum. Şeytanın desiselerine karşı parmağımı ateşe tutarak nefsime cehennem azabını hatırlatmış oldum.”der.

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyuruyor ki,

“Beş şeyden önce beş şeyi fırsat ve ganimet bil. Hastalık gelmeden sıhhati; fakirlik gelmeden zenginliği; meşguliyet gelmeden rahatı; ölüm gelmeden hayatı; ihtiyarlık gelmeden gençliği ganimet bil.”

“Mümin, amel edemeyecek kadar yaşlandığında sürekli yaptığı amel, defterine yazılır.” Gençlikte meleke haline gelen ibadetler bu hadis-i şerife mazhariyeti sağlayacaktır inşallah.

Bir gencin en önemli salih amellerinden biri de her zaman valide ve pederine itaat etmesi ve onların kalplerini incitmemesi ve gönüllerini rencide etmemeye azami gayret göstermesidir. Çünkü bu Cenab-ı Hakkın Kur’an’daki ayetiyle emridir.

“Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya iyi muamele edin, diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererlerse onlara “öf”(bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle.” ( 3 )

Evladın,  sebeb-i vücudu olan peder ve validesine hürmet ve tazim göstermesi elzemdir, salih ameldir.

Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyleyse, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir. İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına feda edenin zevâl-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!”

“Eğer sen ahretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin.”

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm:  “Anne – babanın yüzüne merhametle bakana, kabul olunmuş hacc sevabı yazılır.” buyurunca:

—     ­­ “Günde bin defa bakarsa da böyle midir?” diye sorarlar. Efendimiz(asv) da

—      “Günde yüz bin defa baksa da, böyledir” buyurur. ( 4 )

İşte, anne-babanın yüzüne sevgiyle bakmak dahi ibadettir.

Gençlerin imân, salih amel ve takva ile donatılarak himmetlerinin âli tutulması ve istikbali omuzlarında taşıyacak büyük insanlar olarak yetiştirilmesi elzemdir. Ancak bu sayede ecdadımızın güzel meziyetlerine imân, irfan ve tarihimizdeki şecaat ve celadetlerine nazar-ı gafletten hariç bakarak kendilerine ve topluma yararlı olabilirler.

Tarih bilincinden yoksun bir millet hafızasını kaybetmiş bir millettir. Zira bu millet genç fatihlerin ve onların annelerinin fetihleri ile dolu bir millettir.

Cenab-ı Hak ecdad ile evlat arasında ciddi bir meyil ve münasebet koymuştur. Bu noktadan, onlara ait şeref ve meziyetleri tasavvur ettikçe efkâr ve hissiyatımız mütelezziz olur.

Kararlı, dirayetli, özgüven sahibi genç hükümdarlarımız laubalilikten uzak, dindar, takva sahibi, insan-ı kâmil müminlerdir.  Onlar fetihlerine hadis-i şerife mazhar olmayı gaye edinerek; nice zahmetlere katlanıp“Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah-ü Tealanın huzuruna varınca inayet ola. Zira elimizde İslam kılıncı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur.” diyerek çıkmışlar. Ve bu ulvi görevlerini yaparken de değil farz, bir vakit sünnet namazlarını bile geçirmemişlerdir.

On sekiz yaşında Osmanlı Devletinin yedinci padişahı olarak tahta çıkan Fatih Sultan Mehmet cihangir bir padişah olmaktan öte, arif ve kâmil bir müslümandı. Osmanlının altı asır gibi uzun bir müddet hüküm sürmesinin sırrı da imân, salih amel, şecaat, hamiyet, ahde vefa, iffet, istikamet gibi bir milletin devam ve bekasının teminatı olan yüksek vasıflar iledir. 

Muhterem Mehmet Kırkıncı Hocamız Zübeyir Ağabeyden nazar-ı dikkatimizi celbedecek şöyle bir hatıratı anlatır;

“Bir fetih yıldönümünde, Fatih’in at üzerinde tasvir edilen büyük bir resmi yayınlanı. Bu Zübeyir Ağabeyin dikkatini çeker. Yanındaki gençlere sorar. “Siz bilirsiniz, mekteplisiniz. Fatih İstanbul’u kaç yaşında fethetti?” Yanındakilerden biri; “;Yirmi bir yaşında” diye cevab verince. “Peki” der; “Şu gazatedeki resim kaç yaşında gösteriyor” Ve devamında Zübeyir Ağabey; “Bu resimdeki Fatih yirmi bir yaşında bir delikanlı değil, kırk yaşında olgun bir kumandan olarak gösterilmiş.” Gençlerin gözünde genç Fatih’i gizlemek, o yaşta gösterdiği başarıyı gözlerden saklamak için Fatih hep büyük ve olgun bir insan olarak tasvir ediliyor.”

İşte bizler de bu ayrıntıları gözden kaçırırsak şanlı ecdadımızı da, onların kalpleri,akılları,  ruhları tesir eden fütuhatlarını da kavrayamayız.

Şimdi o şerefli mazi bütün haşmetiyle, meziyet ve haysiyetiyle fikir ve hayalimizn önünde adeta canlı bir misal gibi duruyor. Bizler de sizleri (gençleri) o şanlı, şerefli ecdada layık, şuurlu, iffetli, ahlaklı bir nesl-i cedid görüyor, istikbali ışıklandıracak, fecr-i sadığın doğuşunu müşahede ediyor ve ümitvar oluyoruz. 

EĞİTİMDE SALİH AMEL

Bir milletin tealisi, yükselmesi; kendisini teşkil eden fertlerin imân ve salih amelin tezahürü olan ahlak, fazilet, irfan, takva, sabır ve hilm gibi meziyetlere sahip olması ile mümkündür. Bu meziyetlerden mahrum bulunan fertler ne kadar münevver ve tahsilli ne nisbetle sanatkâr da olsalar o millet, bu fertlere istinaden terakki edemez. En nihayet bir izmihlal onları karşılar.

“Zulmetli münevverler bu sözü bilmelidirler; ziya-yı kalpsiz olmaz nur-u akıl münevver. Ger Fikret-i beyzada süveyda-ı kalp olmazsa, halita-i dimaği ilim ve basiret olmaz; kalpsiz akıl olamaz.”

Üstün değerleri idrak ve takdir eden insanların yetiştirildiği bir eğitim sisteminde; zanaattan, edebiyattan, fütühattan, ulvi seciyelerden bahsedebiliriz. Bunun içindir ki eğitimin mukaddes değerler üzerine bina edilmesi ve sadece fertlerin bu gününe değil, yüz sene sonrasına, hatta kıyamete kadar gelecek olan nesillerine nazar edilerek yapılması elzemdir.

Bu manada en büyük vazife ve mesuliyet eğitimcilerimize düşmektedir. EfendimizAleyhissalâtü Vesselâm; “Herkes çobandır, idare ettiği raiyetinden sorumludur.” buyuruyor. Bu hakikatten hareketle; hanede ebeveynden devlet reisine varıncaya kadar herkes bir fert üzerinde mesuldur. Körpe dimağların, gençlerin ve toplumumuzdaki her bir ferdin, amal-i saliha ile kalplerine ve ruhlarına imân, istikamet gibi mefhumların yerleştirilmesi eğitimcilerimizin mükellefiyetindedir.

Nitekim Üstad Hazretleri de kendi hayatında en birinci ve en tesirli muallimin anne olduğunu beyan ile şöyle buyurur;

“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”

Salih amelle yetiştirilen bir evlat; kendi hayatında istikametli olacağı gibi, içinde bulunduğu toplumların da hidayetine vesile olur. İslam tarihi bunun misalleri ile doludur. Bu müstesna zatlar marifetullah, muhabbetullah ve amel-i salih ile Allah’ın (c.c.) rızasına mazhar olmuş ve bizim için örnek teşkil etmişlerdir. İslamiyet semasının parlak yıldızlarından olan Abdulkadir Geylani hazretleri de bu cümledendir.

Zira o daha altı yaşında iken ilim tahsil etmek için Bağdat’a gitmeye karar verir ve durumu annesine izah eder. Annesi, şartlar ne olursa olsun her zaman doğru söyleyeceğine dair ondan ahit alır. Bir miktar altını kemerine bağlar ve onu Bağdat’a giden bir kervana katarak uğurlar. Yolda eşkiyalar kervanın önünü keser ve herkesin elindekileri alırlar. Kenarda duran Abdulkadir Geylani’ye nereye gittiğini ve üzerinde bir şey olup olmadığını sorarlar. Validesinin “Ne kadar müşkül durumda olursan ol, asla yalan söyleme” sözünü kendisine düstur ittihaz eden o hayru’l halef;

—     “Kemerime bağlı şu kadar altınım var.” diye cevap verir.

Hemen üzerini arayan şakiler, gerçekten de onun söylediği miktarda altının olduğunu görünce hayret ederler ve;

—     “Sen niçin üzerinde kırk adet altın olduğunu söyledin? Sen söylemeseydin sende altın olduğunu biz tahmin edemezdik” derler. O da:

—     “Validemin bana vasiyeti var. Ona hayatım boyunca doğru söyleyeceğime dair söz verdim.” der.

Eşkiyalar daha çocuk yaşta olan birinin böyle müşkil bir halde iken bile yalan söylememesine hayret eder, bu hareketinden dolayı ona hayran kalır ve insafa gelirler. Herkesin parasını geri veren eşkiyalar, bundan sonra yol kesmeyeceklerine dair tevbe eder ve ilim tahsili için Abdulkadir Geylani ile beraber Bağdat’a giderler.

Bu hal; bir annenin çocuğun ruhundaki ulvi seciyelerine salih ameli nakşetmesine bir misal değil midir?

Eğitimde salih emelin tesirini, en müstesna örnekleri insanlığa hediye eden asr-ı saadetten öğrenebiliriz.

Zira Üstad hazretlerinin beyanatıyla “Vahşi ve adetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvamı ne çabuk adat ve ahlak-ı seyyie-yi vahşiyanelerini defaten kal ve ref ederek, bütün ahlak-ı hasene ile teçhiz edip, bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi.” buyrulan Sahabe-i Kiram, Kur’an’ın feyzine mazhar olup, sünnet-i seniyyeyi harfiyen yaşayıp ve her meselede Aleyhisselatü Vesselam Efendimizi kendilerine rehber edip, ondan ziyadesiyle istifade ederek bütün dünyaya muallim ve üstad olmuşlardır.

Peygamberimizin rahle-i tedrisinde akılları, ruhları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir olan sahabe-i kiram hazretlerinden en mümtaz kumandanlar, mürebbiler, muallimler, devlet reisleri, manevi âlemde rehber olacak nadide insanlar yetişmiştir.

İmân ve salih amel olunca, eğitimde hilm ve sabırla birleşince yirmi üç yıllık bir zaman diliminde yüz yirmi dört bin sahabe-i kiramdan söz edilir.

Kalplerin şefkat ve merhametten mahrum kaldığı ve orman kanunlarının hüküm sürdüğü bu kavimdeki dehşete Hz. Ömer’in kızı Hafsa validemizin anlattığı şu ibretli hadise bir misal olabilir;

“Babam gayri ihtiyari olarak bazen ağlar, bazen de gülerdi. Bir gün bunun sebebini sordum. Babam şöyle dedi: “Sorma kızım. Cahiliyet devrinde daha altı yaşında olan bir kızımı süsledim, diri diri gömmek için çöle götürdüm. Toprağı kazarken sakalıma toprak savruldu. Kızım; “Dur baba, yüzündeki toprakları sileyim de ondan sonra beni göm.” dedi. Ancak o masum yavrunun o sözü bile beni şefkat ve merhamete getirmedi. İşte kızım, sürekli ağlamamın sebebi yaptığım bu azim cürümden dolayıdır.

Gayri ihtiyari gülmemin sebebi ise; “Babam Hattab’ın develerini otlatırdım. Validem de bize helvadan put yapardı. O putlara yalvararak develerimizi yırtıcı hayvanlardan muhafaza etmesini isterdik. Acıktığımızda da putların başını koparıp yerdik. Bu gülünç durum aklıma gelince ihtiyarsız olarak gülüyorum.”

Demek ki Hz. Ömer’i o halden bu hale getiren bütün güzel hasletlerin menbaı olan imândır, Allah korkusudur, kendisi için lutuf, hilm ile dua eden müşfik eğitimcisi Efendimizin duasıdır, nazarıdır.

“Bazı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor.  Bir nazar-ı peygamber, birdenbire kalbeder; bir bedevi-i cahil, bir arif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslam’dan önce Ömer, İslam’dan sonra Ömer…

Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer… Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedi, o himmet-i peygamber…”

İşte Hz. Ömer’i imân ve salih amelin tezahürü olan adaletin zirvesine çıkaran Efendimizin nazarıdır.

Devr-i fetretin nur-u imân ve salih amel ile inkılabatını milli şairimiz Mehmet Akif şöyle dile getiriyor;

Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan;

Vahşetin, gılzetin a’makına daldıkça dalan;

Gömerek dipdiri evladını kum çöllerine,

Bunda bir neşve duyan hiss-i nedamet yerine!

Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını,

Sonra Halık tanıyan bir sürü vahşi yığını,

Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik

Bir terakki ile dünyaya kesilmiş malik?

Nasıl olmuş da, o fazıl medeniyet, o kemal;

Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhal?

Nasıl olmuş da zuhur eyleyebilmiş sıddık!

Nereden gelmiş o Haydar’daki irfan-ı amik?

Önce dehşetliyken, nasıl olmuş da Ömer,

Sonra bir adle sarılmış ki: değil kar-ı beşer.

Enbiyalardan sonra insanların en faziletlisi olan sahabe-i kiram hazretleri, bütün kalpleriyle, rabbimizin bizden istediği nedir diye merak etmiş ve Allah’ın rızasına mazhar olmak için ciddi gayret göstermişlerdir. Onlar harcını kanlarıyla yoğurdukları İslam binasına, kemiklerini de temel taşı yapmışlar, rableri onlardan razı, onlar da rablerinden razı oldukları halde İslam güneşini dünyanın başına geçirmişlerdir. Minnetsiz, ücretsiz, külfetsiz İslam güneşinin tesiri de ancak salih amelin tezahürüdür.

Salih amelden olan sabır ve hilm; her âlimin, mürşidin, hocanın en önemli vasfı olmalıdır. Gavs-ı azam hazretlerine “iyi müritlerin hali malum, ya kötülerin durumu ne olacak” diye sorduklarında. “İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır, kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık.” buyurdular.

Evet, eğitimde şefkat ile şevkler uyanır, hilm ile istidatlar gelişir, muhabbetle kalpler rabt olur. Katiyen unutmamak gerekir ki güzel tedbir ve hilm bir cahili âlim kadar faydalı kılar. Kömürü elmas eder.

Evet, insanın fikir teknesinin çok sağlam, idrak yelkeninin çok geniş ve gönül rüzgârının devamlı olması gerekir. Ancak o zaman Kur’ani üslubdaki imân ve salih amel işleyenler müjdesine ulaşılmış olur.  

TOPLUMDA SALİH AMEL

Cenab-ı Hakk buyuruyor;

وَالْعَصْرِ ۞ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ ۞ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

“Asra yemin olsun ki; muhakkak insan hüsrandadır. Salih amel işleyenler hariçtir. Bir de birbirlerine hakkı tavsiye ederler ve sabrı tavsiye ederler.”

İnsanın ömrü en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. Bunun için vakt-i halinin kıymetini iyi bilmeli ve onunla yarın ahiretine hayır ve kar olarak mümkün ne ise onu elde etmek için çalışmalıdır. Bu da ancak Allah’ı tasdik edip, birliğini ikrar eden kavi bir imân ve her hal ve hareketinde Allah’ın rızalığını düşünerek yapılan salih amelle olacaktır. Zira, insanın ömür sermayesi her nefesle tükenmekte, her nefes geçtikçe hesap ve suale yaklaşmaktadır. Eğer o nefesler insanın her istediğini yapacak şekilde kendisinin olsaydı o ömür tükenmez ve dilediği gibi sarf etmekle hüsrana düşmezdi.

Dünya ile meşguliyetin insanı hüsrana götürmemesi ancak imânın tezahürü ile mümkündür. Bütün mevcudiyetiyle, imân ve salih amelin hâkim olduğu fert ve toplumların bütün işleri, Allah’ın rızasına, indirdiği hükümlerine, hak ve hakikatine uygundur. Bu toplumun fertleri; kendileri, evlad-ü iyalleri ve insanlık için  hayırla neticelenecek ameller yapmış ve günahlardan içtinab ile Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyye ile insanlığa nur serpmişlerdir.

Bir cihan padişahı toplumun ıslahı, huzuru ve salih amelin inkitaya uğramadan tatbiki için diyar-ı Rum’a yazdığı fermanında şöyle buyuruyor:

Allahu Teâlâ emirlerinin yerine getirilmesini bize nasib ve müyesser eylesin. Bu hükümde bildirmek istediğim husus şudur; Rum diyarındaki şehir ve kasabalarda ve buraların köylerinde yaşayan Müslüman ahali, İslam dininin emir buyurduğu farzları yapıp, sünnetlerine riayet etmekte kelam-ı kadime ve fürkan-ı mecide yani Kur’an-ı Kerim’e, hadis-i şeriflere uymakta gevşeklik gösterip muhalefet ederler imiş. Allahu Tealanın “Namazı ikame ediniz.” emrini çiyneyip, “Namaz dinin direğidir. Onu dosdoğru kılan dinini ikame etmiş olur. Terk eden dinini yıkmış olur” hadis-i şerifine uymayıp tuğyan yoluna sapanlar ve böylece mescid ve camileri viraneye ve harebeye döndürüp fısk ve fücur yani günah işlenen yerleri mamur ederlermiş. Bu ve buna benzer haberler bize ulaşıyor. Eğer bunlar doğru ise emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker eylemek üzerime vacip olduğundan ileri gelen bir adamımı bu iş için vazifelendirdim. O inceleyip takip edecek.

Ve devamında cihan padişahı:

Böylece islamiyetin yüce ahlakı, emri ve yasaklarını yerine getirmekte gevşeklik ve tembelliğe asla meydan verilmeye. Öyle ki mescidler dolacak, medreseler mamur edilecek, din-i İslam kuvvetlendirilmiş olacaktır. Böylece Müslümanlar refah, huzur ve saadet içinde olup padişahın devam-ı devletine ve kudretinin artmasına duacı olacaklardır. Bunu böyle bilesiniz, alamet-i şerifeme itimat kılasınız.”

Buyurmasıyla şahsi ibadetlerin dahi toplum hayatındaki ehemmiyetini nazarlara sunar.

İmândan sonra emre itaat ile ifade ettiğimiz salih amelin başında; insanın kendi salahı için nafi olan şahsi ibadetleri geldiği gibi toplum için nafi olan zekat ve sadaka da gelmektedir.

 Nitekim Üstad Hazretleri de Risale-i Nurlarda şöyle buyurur;

“Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan ‘Ez-zekât-ü kantarat-ül İslam’ Hadîs-i Şerifi mervidir. Yani Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası, zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayisi temin eden köprü zekâttır. Âlem-i beserde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı muavenettir.”

İnsanların maddi ve manevi hukuklarına tecavüz etmemek de salih amelin içindedir. Birbirlerinin hukukuna riayet etmek, incitmemek, gıybet yapmamak, iftira, haset, kin, garaz ve öfke gibi hasletlerden uzak, hakkın razı olduğu ve olacağı ahlak-ı hasenelerle uhuvvet ve muhabbetin tesis olduğu, sıla-ı rahim ve komşuluk bağlarının kuvvetlendiği bir toplum salih amelli bir toplumdur.

 İmân ve salih amel sahibi olan insanlar Kur’an-ı Kerim’in beyanıyla birbirlerine hakkı tavsiye ederler. Her işte sebatkâr, adaletli, doğru olmayı ve iyiliği emr, kötülüğü nehy ile hürmet ve muhabbeti tesis edip çok ceset tek ruh sahibi cennet-misal bir toplum meydana getirirler.

Malumunuzdur ki;

Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbulun fethinden sonra tüm hükümlüleri serbest bırakır. Ancak bu hükümlüler arasında yer alan iki papaz zindandan çıkmak istemezler. Halka zulüm ve işkence eden Bizans imparatoruna adaletli olmasını tavsiye ettikleri gerekçesiyle hapse atılan papazlar bundan böyle hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdir. Olaydan haberdar olan sultan huzuruna çağırdığı papazların ağzından kendi hikâyelerini dinler ve onlara şöyle der:

Bir teklifim var. Sizler İslam adaletinin uygulandığı bu memleketi geziniz. Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını dinleyiniz. Eğer hayata küsmenize sebep olan adaletsizliği burada da görürseniz gelip bana bildiriniz. Ve önceden verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hala küsmekte haklı olduğunuzu kanıtlayınız.

Papazlar zaman kaybetmeden yola çıkarlar. İlk durakları Bursa’dır. Orada şöyle bir olayla karşılaşırlar.

 Bir müslümanın hiçbir kusuru yok denilerek, bir yahudiden satın aldığı atın hasta olduğu ortaya çıkar. Müslüman sabah olur olmaz kadı efendinin yolunu tutar. Ancak kadı henüz gelmemiştir. Bir süre bekleyen Müslüman kadı efendinin gelmeyeceğini düşünerek, atını alıp geri döner ve at o gece ölür. Olayı sonradan öğrenen kadı, atın sahibi müslümanı çağırarak şöyle der, eğer geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben ödeyeceğim.

Bu olay karşısında hayrete düşen papazlar buradan İznik’e geçerler. Bu şehirde ise şöyle bir mahkeme ile karşılaşırlar.

Bir müslümandan tarla satın alan başka bir Müslüman, ekin zamanı gelip de tarlasını sürmeye başlayınca sapanına bir küp altın takılır. Çiftçi altınların hepsini alarak, tarlanın ilk sahibine gidip küpü vermek ister. “Ben senden tarlanın altını değil üstünü satın aldım, eğer tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin bana bu fiyata satmazdın. Al şu altınlarını,” der. Tarlanın ilk sahibi ise, tarlayı kendisine taşı ve toprağıyla beraber sattığını, altınları kabul edemeyeceğini söyler. Antlaşmaya varamadıkları için iki Müslüman soluğu kadı efendinin huzurunda alırlar.

Kadı adamlara, çocukları olup olmadığını sorar. Birinin erkek diğerinin ise kız çocuğu vardır. Kadı bu iki çocuğu nikâhlayarak, altını da çeğiz olarak onlara vermeye hükmeder.

Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar, İstanbula gelerek, Fatih sultan Mehmet’in huzuruna çıkarlar.

Bizler artık inandık ki bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Bu dinin insanları başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar. O yüzden biz zindana dönmek kararımızdan vazgeçtik. Sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık. Derler.

Bir diğer hadisede ise;

Fatih Sultan Mehmet yapılacak bir cami inşaatı için uygun görülen bir araziyi istimlâk eder. Ancak bu arazi bir yahudiye aittir. Bu karara itiraz etmek için arazi sahibi Yahudi, kadı efendinin karşısına çıkarak, padişahtan şikâyetçi olduğunu belirtir.

Kadı, padişahı huzuruna çıkarır. İki tarafı da dinledikten sonra, kararını verir. Padişahın kararını hatalı bulur. Padişah ise bu karara sesini çıkartmaz. Bunun üzerine kadı sultana şöyle der.

Eğer padişahlığına güvenip benim verdiğim karara karşı gelseydin, şu gördüğün topuzla senin kafanı ezerdim. Padişah da kadıya şöyle yanıt verir.

Eğer sen de benim padişahlığıma aldanıp farklı bir karar verseydin, ben de senin kafanı kılıcımla koparırdım.

Tüm bu olanları gören Yahudi padişahı şikâyet ettiğine pişman olur. Bu adalet sisteminden ve insanlıktan o kadar etkilenmiştir ki o anda şehadet ederek Müslüman olur.

Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyuruyor;

Eğer biz ahlak-ı islamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını efalimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle islamiyete girecekler. Belki Küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de islamiyete dehalet edecekler.

Adaletin ve hakkı tavsiyenin hükümran olduğu toplumlar ilelebed yaşayacak ve tarih sahnesinden silinmeyeceklerdir. En azından vicdanlar bu mananın hakkını verecek ve bu toplumlar birer rota hükmünde istikbalimize ışık tutacaktır.

Allah’ın taatine uygun ameller işleme hususunda sabırlı olmayı tavsiye edenler de hüsrandan hariçtirler. Çünkü hayat-ı içtimaiyyede yüz günah insana karşı geliyor. Bu tazyikat içerisinde hak söylemek, hakkı yaşamak, lâinin levminden dolayı bir adım geri atmamak sabra ve sabır kuvvetine bağlıdır.

Hak yolunda can veren şehitlerin, her türlü eza, cefa ve hakaretlerle hapishanelere sürgün edilen Üstad ve diğer allamelerin ve onların yolunda gidenlerin ebedi saadete nailiyetleri imânları sayesindedir.

Kendi ihtiyacı olduğu halde başkalarını kendi nefsine tercih edecek kadar kadirşinas ve cömert sahabe-i kiramdaki isar hasleti de toplumumuzun örnek alması gereken bir hususiyettir.

Bu hususta Yermük Gazvesinden ibretli bir hatırayı Hz. Huzeyfe şöyle anlatır:

Yanıma bir su alarak yaralanan amcamın oğlunu aramaya çıktım. Biraz aradıktan sonra onu yaralılar arasında buldum. Beni görünce “su” diye seslendi. Ona suyu vereceğim sırada, öteden biri “su” diye inledi. Amcamın oğlu suyu ona vermemi işaret etti. Ben de onun yanına gittim. Baktım ki, o Asım oğlu Hişam. Ona tam su vereceğim esnada öteden biri “su, su” diye seslendi. Hişam suyu almadı ve beni ona gönderdi. Ben onun yanına koştum, fakat yetişemedim. Zira o şehadet şerbetini içmişti. Tekrar Hişam’ın yanına koştum, ama o da vefat etmişti. Bari suyu amcamın oğluna vereyim deyip bu kez onun yanına koştum. Lakin yanına geldiğimde o da hakkın rahmetine kavuşmuştu. Velhasıl su elimde kaldı. Hiç birine nasip olmadı. 

Nasıl olsa ölüm mukadder. Bu âlemde böyle hak yolunda İmân ve salih amel ile çalışmak ve can vermek ve öylece hakka kavuşmaktan daha güzel ne olabilir? 

En müşkil, zor vaziyet ve ahvalde dahi yılmayıp, bıkmayıp, zaaf göstermeyi ve böylelikle birbirlerine hakkı tavsiye etmeyi şiar edinenlere ne mutlu.

Bu ahval ile kalpler de fethedilir, beldeler de. Dünyada da huzur bulunur, ukbanın saraylarında da oturulur. Ne mutlu hak için yaşayıp hakkı tavsiye edenlere…

( 1 ) : 2 / 25

( 2 ) : 5  / 9

( 3 ) : 17 / 23

( 4 )  :Riyaz’ün Salihin